19 Aralık 2007 Çarşamba

yatakodasında bir cherry tree iki

,
kemikli öfkeler fışkırıyor sırtımdan, eğik dikenler gibi, deniz kenarlarında emekliyorum, uzun saçların sanki, ıslak, aralık, ayaz, düşmeden bağışla, bardaklar masanın fazlaca kenarında, burda yaz; noktaları neden sevmediğimi düşündün mü hiç, chapter twelve, stop, anlatayım: ayrı, ayrı ayrı dizebilirsin belki örtünün üzerine kırıntıları, bizi, sonra iyice yıkanan yeşilliklerin içine terk edilmiş taze soğanlar gibi hüzünle parmaklarını yalayıp, chapter seventeen, hepsini biraraya toplamaya çalışabilirsin, tek tek, stop, hadi ciğerleri dolduralım bakalım bir huzursuzlukla daha, yirmiüçmilyondokuzyüzseksensekizbindörtyüzotuzikinci defa, bir kırıntı, stop, bir kırıntı, stop, aralara da birkaç acı sözcük ekledin mi, nerdeyse bitirmiş sayılırsın kendini, üretim bandındaki bütün parçaların tastamamlandığında yaşamaya başlayacaksın ha, yala bakalım parmakları kido, az kaldı! ama sen bana aldırma, ben sadece nefes alıyorum, yoksa noktalıvirgüle bayıldığımdan değil; hem sonra dudakları da ayırmak gerekiyor değil mi birbirlerinden, yanlışlık olmasın: dördünü birden! ki konuşmaktan bahsetsinler, susmasınlar hiç, yapay ruhlar da üflemeye başladık öksüz havyarlara, sen de üret be, boka benzeyen ne varsa; sonraki aşama (asla bitmeyecek bu, böyle gidersen): dudakları ayırmanın yetersizliği, ayırmakla tehdit de etmeli diğer ikisini, sanki ayrı değillermiş gibi, bükük boyunlardan kafaları da koparmalı, çiçekli gülümseyişlerin üzgün kıçları, boşboğaz mı oluyorum şimdi, stop, nerde kalmıştık, yüzyetmişyedi; kimse bizden öylece bırakıp gitmemizi istemedi, öylece yalnız, gidebilir miyiz peki, rahat bırakabilir miyiz, öylece yalnız; evet, ayırmalı dudakları birbirinden, batırmalı gemileri tenine, keskinsin nasıl olsa yeterince, keskin ve dalgalı ve uzun, ve sivri bardaklarda doğulmalı, edilmeyen sözleri yutkunarak çıkarmalı chapter ten’de balıksırtlarından, belki de boğulmuşumdur, stop; chapter one, zaman kapsülü kazaklar masanın üzerine serildiğinde, serin bir ilkbahar akşamının saçları örülür, boğuk denizler kabarıp öfkeyi uyandırır parmaklarımın arasında, boğazımda tek bir saç telinin izleri, kırık üstelik; bu akşam babamla ikişer duble rakı içtik, mezgitler yine lezzetliydi, aklıma gelmedin, stop.

5 Aralık 2007 Çarşamba

yansıma

ciğerimyanmadıönce, tenimyandı, sonragözlerim, solkulağımdangirdisöz, alnımlakaşımarasındasıkışıpkaldı, başımıeğdim, sardığımbacaklarımıçözdümboynumdan, yuvarlandımyataktanaşağıdoğru, saçlarımdöküldükollarımkoptuburnumuçektim, midemesaplananyarayadokunmadangözlerimkamaştı, ışığabaktımgörmedim, ayaklarımıdayadımduvarakikarıncalansınlar, uyuşsunlarkikoşayım, sekizkarıncayakladahahızlı, kiyemedeyimciğerlerimibiranönce, bağırsaklarımıbeynimivesaireyi, amaişte, yastıktanalamadımağzımaelimi, dilimletadınabaktım, sanırımsağdıağladım, tırnaklarımkılıkırkyardı, kıllarımtozlarıtırnakladı, omzumasildimkirpiklerimikuruladım, sakallarımçürüdükırıkdişlerimyatağadöküldü, konuşmayabaşladım, durdumzamankayboldu, düşlerimsızladıkalbimibuldum, susmadım, iştebuyüzdenacımıyorkollarımkulaklarımbacaklarımgözlerim, iştebuyüzdenacıyorkalbim, benkalbimimvegerikalanbuyüzdenbenimdeğil, buyüzdençarpıyorum, gümgümtümbirbedendenbüyükseslerçıkarıyorum, buyüzdentümbirbedendenbüyüğüm, vebuyüzdenbunlarıanlatıyorum, kalbimedokunuyorumyüzümedokunuyorumgülümsüyorum, gülümseyişiminizinedokunuyorumyüzümde, kalbimigörüyorum.

görüyormusun?

senkorkudeğilsin, senkorkundeğilsin, sensadecekorkundeğilsin, senkorkmuyorsun, senbendenkorkmuyorsun, benkorkudeğilim, benkorkundeğilim, bensadecekorkundeğilim, senbendenkorkmuyorsun, senbendenkorkmuyorsun, senbendenkorkmuyorsun, senbendenkorkmuyorsun, ikimizdesendenkorkuyoruz, sanki.

4 Aralık 2007 Salı

bir maske takın bana!

bundan yaklaşık iki hafta önce, yani ‘muhabbet nobilmemkaç’ı yazdığım günlerde, ben daha bursa’dayken yaşandı aşağıdaki satırlar. ama yok, yaşandı denemez buna, henüz yaşanmadı, sen okurken yaşanıyor olacak ve metni okumayı bitirdiğinde de yaşanmış olacak. tam olarak böyle değil tabi, eksik biraz, ama bunu ifade etmenin daha kestirme bir yolu yok. hadi şunu da söyleyeyim: “ve sen metni okumayı bitirdiğinde yaşanmış olacak ve belki bunların yaşanmasının üstünden bir dakika geçtikten sonra aklında kalanlar kadar ya da anladığın kadar gerçekleşmiş olacak” bu olay. gerçek, gerçekleşmek. gerçekleşmek, garip sözcük. en azından ‘gerçek’ gibi değil. neyse.

şöyle başlıyor: akşam yemeği yeniliyor, afiyet olsun, kahve içiliyor, sigara, ve yaklaşık olarak bir yıldır ‘başka bir zamana saklanan’ bir öykünün okunma zamanı geliyor (çocukluğumdan beri bir alışkanlık bu; yemeğin en lezzetli kısmını en sona saklarım, bazen o kadar ‘saklarım’ ki soğur, donar, pörsür, lezzetsizleşir. insanlara da bunu yapmış olabileceğim düşüncesiyse uykularımı kaçırır, ya da duygulara… tavan arasında birkaç ceset var mıdır acaba? bir zamanlar bana aşık olan ve benim de –aşık olmasam da- ilgi duyduğum cesetler? evet bir zamanlar, ceset değillerdi bir zamanlar… varlar biliyorum. dehşetlerden dehşet beğen. ben de bir cesedim belki şu anda, belki mi, pekala öyleyim, başka bir tavan arasında doğru zaman için saklanıyorum edilgenlikle ve çürüyerek. ama uzatmaya gerek yok şimdi, başka biri neredeyse kusursuz bir biçimde anlatmıştı bunu, “unutulan” adı altında). odanın ışığını azaltıp, müzik ayarlamaya uğraşıyorum, aklımda charlie parker var ama o olmaz, ayinsel bir ortam yaratmaya gerek yok şimdi. komik. jacques brel şarkılarından oluşan yaklaşık bir buçuk saatlik bir liste hazırlıyorum ve dönerkoltuğa oturup kitabı açıyorum. hoparlörlerde ces gens la titreşmeye başlıyor ve okuduğum öykü, birkaç saniye sonra şu cümlelerle yaşamını sürdürüyor:

““Bunu hiç anlamayacaklar,” dedi bana. “Tüy takmış maymun gibiler, Kansas konservatuarındaki, Chopin çaldıklarını sanan kızlar gibi. Dinle Bruno, Camarillo’da beni üç hastayla birlikte aynı odaya koymuşlardı, sabahları odaya yeni yıkanmış, akpak, sevimli bir stajyer doktor giriyordu. Kleenex’le Tampax’ın birleşmesinden doğmuştu sanki, inan bana. Koca bir budalaydı. Yanıma oturur, yüreklendirici sözler söylerdi bana; oysa ben artık ne Lan’ı ne başkasını düşünüyor, yalnızca ölmek istiyordum. En kötüsü de adamın ona dikkat etmiyorum diye alınmasıydı. Temiz yüzüne, itinayla taranmış saçlarına ve bakımlı tırnaklarına hayran olup yatağımda oturarak onu dinlememi bekliyordu galiba; Lourdes’a gidip bastonlarını atarak havalara sıçrayan sakatlar gibi iyileşeceğimi sanıyordu…
İşte bu adam ve Camarillo’daki tüm öteki adamlar inanmışlardı. Neye inanmışlardı, bilmek istiyor musun? Ben bilmiyorum, yemin ederim, fakat inanmışlardı. Herhalde kendilerine, diplomalarına, değerlerine. Hayır, tam olarak ifade edemiyorum. Bazıları alçakgönüllüydü, kendilerini yanılmaz sanmıyorlardı. Fakat en alçakgönüllüsü bile kendinden emindi. Beni en çok sinirlendiren de buydu Bruno, kendilerinden emin olmaları. Neden emindiler söyler misin bana? Oysa öteki tarafta ben, başında bin türlü dert olan zavallı ben, her şeyin bir pelteye benzediğini, etraftaki her şeyin titrediğini hissedecek kadar bilinç sahibiydim; biraz dikkat etmek, biraz oturup kulak vermek, susup dinlemek yetiyordu delikleri bulmak için. Kapıdaki, yataktaki delikleri. Elimizdeki, gazetedeki, zamandaki, havadaki delikleri; her şey delik dolu, sünger gibi, kendi kendisini süzen bir süzgeç gibi… Fakat onlar amerikan bilimiydi, anlıyor musun Bruno? Beyaz gömlekleri onları deliklerden koruyordu; hiçbir şey görmüyorlardı, başkaları tarafından önceden görülmüş olanı kabul ediyorlar ve gördüklerini sanıyorlardı. Ve delikleri göremiyorlardı doğal olarak, ve kendilerinden çok emindiler, reçetelerine, iğnelerine, lanet olası psikanalizlerine, ‘sigara içmeyin’, ‘içki içmeyin’lerine tümüyle inanmışlardı… Ah, oradan defolup gitmek, bir trene atlamak, her şeyin arkaya doğru gittiğini, parçalandığını görmek camdan; arkaya bakıp uzaklaşmasını izlediğinde manzaranın nasıl parçalandığını hiç gördün mü bilmiyorum…”

Gauloises içiyoruz. Johnny’nin biraz konyak ve sekiz-on sigara içmesine izin vermişler. Fakat belli ki bedeni içiyor sigarayı, kendisi başka bir yerde, karanlık kuyudan çıkmak istemiyormuş gibi neredeyse. Son günlerinde neler gördü, neler hissetti merak ediyorum. Onu heyecanlandırmak istemiyorum, ama kendiliğinden konuşmaya başlasa… Sessizce sigaralarımızı içiyoruz, arada bir Johnny kolunu uzatıp parmaklarını yüzümde gezdiriyor, kim olduğumu anlamak istermişçesine. Daha sonra kol saatiyle oynuyor, sevgiyle bakıyor bana.

“Olay şu: aslında kendilerini bilgin sanıyorlar,” diyor ansızın. “Bir sürü kitabı bir araya getirerek okuyup yuttukları için kendilerini bilgin sanıyorlar. İçimden gülmek geliyor çünkü sonuç olarak hepsi de iyi çocuklar, öğrendikleri ve yaptıkları şeylerin çok derin ve zor olduğuna inanmış olarak yaşıyorlar. Bir sirkte de böyledir Bruno, aramızda da. İnsanlar bazı şeyleri, yapılabilmesi en zor şey olarak görürler, onun için de trapezcileri ya da beni alkışlarlar. Ne sanıyor bu insanlar anlamıyorum, iyi çalmak için bir müzisyenin kendini parçaladığını mı, yoksa bir trapezcinin her atlayışta kaslarını incittiğini mi? Oysa gerçekte zor şeyler bambaşka, insanların her an yapabildiklerini sandıkları şeyler bunlar. Örneğin bir köpeğe ya da bir kediye bakmak ve onları anlamak. Zorluk, büyük zorluk bunlar işte. Dün gece şu küçük aynada kendime bakmak geldi aklıma, yemin ederim sana öyle zor oldu ki, neredeyse kendimi yataktan yere atacaktım. Düşünsene, kendi kendine bakıyorsun, yalnızca bu, insanı yarım saat dehşet içinde bırakmaya yeter. Gerçekte bu adam ben değilim, ilk anda, ilk bakışta ben olmadığımı açıkça anladım, onu beklenmedik bir biçimde, bir rastlantı olarak yakalamıştım ve biliyordum ki bu ben değildim. Bunu hissediyordum ve insanın içinde böyle bir his olunca… Fakat bu Palm Beach plajındaki gibi, bir dalga çarpıyor sana, ikinci bir dalga, bir dalga daha… tam birini hissediyorsun ki öteki geliyor, yani öteki sözcükler… hayır, hayır sözcükler değil, sözcüklerin içinde olan bir tür tutkal, bir tür salya. Ve salya üstüne gelerek seni kaplıyor ve aynadakinin sen olduğuna inandırıyor seni. Doğru, ama nasıl fark etmezsin ki. Fakat doğru, bu benim, bunlar benim saçlarım, bu yara izi de benim. İnsanlar, kabul ettikleri tek şeyin salya olduğunu anlamıyorlar, bu yüzden aynaya bakmak onlara çok kolay geliyor. Ya da bir ekmek parçasını bıçakla kesmek. Sen hiç bir ekmeği bıçakla kestin mi Bruno?”

“Arada bir keserim” dedim, sözleri eğlendirmişti beni.

“Ve bu seni hiç etkilemedi öyle mi? Ben yapamıyorum Bruno. Bir gece bıçakla ekmeği öyle uzağa fırlattım ki bıçak neredeyse yan masadaki Japon adamın gözünü çıkartıyordu. O sıralar Los Angeles’taydım, müthiş bir olay oldu bu… Onlara durumu anlattığımda beni içeri attılar. Bana göre çok basit, fakat onlara nasıl anlatmalı?”

Eliyle bir çizgi çizdi havada, her yeri elleyip, her yerde iz bırakarak. Gülümsüyor. Bana öyle geliyor ki yalnız, yapayalnız. İçim boşalmış bir biçimde oturuyorum yanında. Eğer Johnny’nin aklına beni eliyle ikiye bölmek gelse, beni tereyağı ya da duman gibi yarabilir. Belki de arada bir parmaklarını ihtiyatla yüzüme değdirmesinin nedeni budur.

“Ekmek orda, örtünün üstünde,” diyor Johnny havaya bakarak. “Sert bir nesne olduğu yadsınamaz, çok güzel bir rengi ve kokusu var. Bu ben değilim, bu benden başka, benim dışımda bir şey. Fakat eğer onu ellersem, eğer parmaklarımı uzatıp onu yakalarsam o zaman değişen bir şey oluyor, sence de öyle değil mi? Ekmek benim dışımda, fakat parmaklarımla onu elliyorum, onu hissediyorum, onun dünyanın kendisi olduğunu hissediyorum, öyleyse onun tam anlamıyla başka bir şey olduğu söylenebilir mi?”

“Sevgili dostum, binlerce yıldır bir sürü sakallı adam bu sorunu çözmek için kafa patlatıyor.”

“Ekmek günün ışığı,” diye fısıldıyor Johnny yüzünü kapatarak. “Ve ben onu ellemeye, onu ikiye bölmeye, onu ağzıma koymaya cüret ediyorum. Biliyorum bir şey olmuyor; korkunç olan da bu ya. Bir şey olmamasının korkunç olduğunu anlıyor musun? Ekmeği kesiyorsun, bıçağı böğrüne batırıyorsun ve her şey eskisi gibi sürüyor. Ben anlamıyorum Bruno.”

Johnny’nin yüz ifadesi ve heyecanı beni korkutmaya başladı. Ona cazdan, anılarından, tasarılarından söz ettirmek, onu gerçeğe geri getirmek giderek zorlaşıyor. (Gerçek; yazar yazmaz iğreniyorum bu sözcükten. Johnny haklı, gerçek bu olamaz, caz eleştirmeni olduğum gerçek olamaz, çünkü eğer öyleyse birisi bizimle dalga geçiyor. Diğer taraftan insan Johnny’nin dümen suyuna kaptırmamalı kendini yoksa herkes birden çıldırabilir.)

Şimdi uyuyakaldı, ya da en azından gözlerini kapattı uyuyormuş gibi yapıyor. Yaptıklarını anlamanın ne denli zor olduğunu bir kez daha fark ediyorum; Johnny nedir, Johnny kimdir? Uyuyor mu, uyuyormuş gibi mi yapıyor, yoksa uyumak mı istiyor? İnsan diğer arkadaşlarına kıyasla Johnny’ye çok daha yabancı, onun çok daha dışında. Hiç kimse daha adi, daha sıradan, zavallı bir yaşamın koşullarına daha bağlı olamaz; görünüşe göre her bakımdan ulaşılabilir. Görünüşe göre asla kuraldışı değil. Herhangi biri Johnny olabilir; hasta, kötü alışkanlıkları olan, şiir ve yetenek dolu iradesiz bir zavallı olmayı kabul ettiği sürece. Görünüşe göre. Ben ki ömrümü dehalara hayranlık duyarak geçirdim, örneğin Picasso’lara, Einstein’lara, herkesin bir dakika içinde hazırlayacağı kutsal listedekilere (Gandhi ve Chaplin ve Stravinsky), herkes gibi kabul etmeye hazırım, bu olağanüstü kişiler bulutların üstünde yol alırlar, onların yaptıkları bizi şaşırtmamalıdır. Onlar farklıdır, bunu herkes bilir. Oysa Johnny’nin farklılığı gizli, gizemi kızdırıyor insanı çünkü hiçbir açıklaması yok. Johnny bir deha değil, hiçbir şey keşfetmedi, binlerce siyah ve beyaz gibi caz müziği yapıyor; gerçi herkesten iyi müzik yapıyor ancak kabul etmek gerekir ki, bu biraz da seyircilerin zevkine ve modaya, dolayısıyla zamana bağlı. Örneğin Panassié, Johnny’yi kesinlikle kötü buluyor, oysa biz kesinlikle kötü olanın Panassié olduğunu düşünüyoruz, dolayısıyla bu tartışmaya açık bir konu. Tüm bunlar Johnny’nin başka bir dünyaya ait olmadığını gösteriyor, ancak tam bunu düşünür düşünmez kendi kendime Johnny’de başka bir dünyaya ait bir şeyler olup olmadığını soruyorum (başta Johnny’nin kendisi bilmiyor bunu). Kendisine söyleselerdi çok eğlenirdi herhalde. Onun ne düşündüğünü, bu şeyleri nasıl algıladığını ben çok iyi biliyorum. Bu şeyleri diyorum, nasıl algıladığını diyorum, çünkü Johnny… Neyse geçelim bunları, benim kendi kendime anlatmak istediğim şu: Johnny’yle aramızda bulunan uzaklığın belli bir açıklaması yok, anlatılabilir farklılıklara dayanmıyor. Bizim kadar onu da etkileyen bu durumun sonuçlarının bedelini ilk önce ödeyen de o. Johnny’nin insanlar arasında bulunan bir melek olduğunu söylemek geliyor içimden, ancak temel bir dürüstlük duygusu bu cümleyi geri çekmeye, onu güzelce değiştirmeye ve şunu kabul etmeye zorluyor kişiyi: Belki de Johnny meleklerin arasında bir insan, gerçekdışı olan tüm bizlerin içinde tek gerçek. Belki de bu yüzden Johnny parmaklarıyla yüzümü elleyerek kendimi bu denli mutsuz, bu denli saydam, sağlığım, evim, karım ve saygınlığımla bu denli küçük hissetmeme neden oluyor. Özellikle de saygınlığımla. Evet, saygınlığımla.

Ama her zamanki gibi oldu; hastaneden çıkıp sokağa adım atar atmaz, günlük yaşantıma geri döner dönmez her şey değişti. Zavallı Johnny, ne denli dışında gerçeğin! (evet evet, bu böyle! Şimdi bir kafede otururken ve hastaneyi ziyaret edişimin üstünden iki saat geçtikten sonra, bunun böyle olduğuna inanmak, kendime karşı biraz daha samimi olabilmek için zorlanarak yazdığım yukarıdaki satırlara inanmaktan daha kolay geliyor bana.)””


kendimi duvarlara vurmak istiyorum! ne johnny ne de bruno bunu söyleyen, ben söylüyorum: kendimi duvarlara vurmak istiyorum. tecrit edilmiş sınırsız bir coşku bu. ces gens la, repeat, brel salyalar’a vurgu yapıyor, ben duvarlar’a. evet, sınırsız, evet, tecrit.

e.b’yi arıyorum: “n’aber?”, “iyi be abi n’olsun, nip-tuck izledim şimdi de freud çalışıyorum” diyor, kahkaha atıyorum “ooo muhteşem olmuş, kombo!”, “gülme lan, çok daraldım zaten” deyip gülüyor, “tv’de bolivya-arjantin maçı var, messi benim hareketi yaptı yine” diyorum, tv açık ama sesi kapalı, genellikle böyledir, arada bir ekrana bakıyorum, “izleyemem şimdi be abi, çalışmam lazım”, “çalışmak lazım” diyorum, “evet, çalışmak lazım”.

çalışmak lazım lazım olmasına da, ben ne ne çalıştığımı biliyorum ne de ne düşündüğümü. hep bir an gerideyim. mesela bundan hemen önceki cümle bana ait değil. bundan hemen önceki cümlenin bana ait olmadığını söyleyen bundan hemen önceki cümle de bana ait değil. yakaladığım cümlenin sonrasındaki cümleyi yazıyor oluyorum her zaman. işte, bir tane daha. bir tane daha geçti işte bir tane daha diyerek. hep böyle bu, herşey için geçerli: insana ait.

yaklaşık olarak bir ay sonra okunacak bir kitaptan alıntı:

“bu yüzden freud, hastalarına -ve okurlarına- iki faydalı paradoks sunmuştur. birincisi, kişinin kendi kendisine bir sırrını açıklamasının tek yolu, onu bir başkasına söylemesidir.
ikincisi, insan sadece başkalarının sağır (dinlemeye gönülsüz ya da kifayetsiz) olduğu oranda delidir (anlaşılmazdır).”

kendimi duvarlara vurmak istiyorum! arzu bu. aklıma başka bir kitaptan başka bir metin geliyor; delikler, ekmek, bıçak, gün ışığı, dünya, tavan arası, ah rosario, delikleri hatırlıyor musun (rosario da kim be?), sırılsıklam bir yaz günü galata’dan karaköy’e inerken bu delikler pencerelerdi. ekmek diyor johnny, ekmek! (“Sert bir nesne olduğu yadsınamaz, çok güzel bir rengi ve kokusu var. Bu ben değilim, bu benden başka, benim dışımda bir şey. Fakat eğer onu ellersem, eğer parmaklarımı uzatıp onu yakalarsam o zaman değişen bir şey oluyor, sence de öyle değil mi? Ekmek benim dışımda, fakat parmaklarımla onu elliyorum, onu hissediyorum, onun dünyanın kendisi olduğunu hissediyorum, öyleyse onun tam anlamıyla başka bir şey olduğu söylenebilir mi? “Ekmek günün ışığı,” diye fısıldıyor Johnny yüzünü kapatarak. “Ve ben onu ellemeye, onu ikiye bölmeye, onu ağzıma koymaya cüret ediyorum. Biliyorum bir şey olmuyor; korkunç olan da bu ya. Bir şey olmamasının korkunç olduğunu anlıyor musun? Ekmeği kesiyorsun, bıçağı böğrüne batırıyorsun ve her şey eskisi gibi sürüyor. Ben anlamıyorum Bruno.”) kitabı bulup, sayfaları karıştırıyorum, ve:

7

dudaklarına dokunuyorum senin, kenarlarını çiziyorum tek parmağımla, sanki benim elimden çıkmış ağzın, sanki ilk kez aralanıyor; gözlerimi kapamam kafi, her şey yeniden, yeniden başlıyor elimin altında, her seferinde bir başka ağız doğuyor istediğim türden, elimin seçip yüzüne yerleştirdiği nice ağız arasından seçilmiş bir ağız bu, seçen benim, kendi ellerimle yüzüne çizivermek için olanca özgür, ben seçtim; nasıl olduğunu anlayamadığım bir rastlantı sonucu olarak, elimin altında çiziktirdiğim ağza tıpatıp uyan bir ağız oluyor seninki.

bana bakıyorsun, çok yakından, gitgide yaklaşıyor yüzün, seyrediyorsun beni, tepegözüz sanki, gözlerimiz büyüdükçe büyüyor, iki göz üst üste gelerek tek göz oluyor: tepegözler birbirine bakmakta, solukları birbirine karışmış, ağızlar buluyor yekdiğerini, dudaklar sıcacık, kavgada, dil düşlere henüz dokunmuş, bir sessizlik dil üzerinde, bir eski koku, mis gibi, ağır bir hava dolanıp duruyor. o an işte, ellerim dalıyor saçlarına, derinlerini okşuyor ağır ağır, ikimizin de ağzı çiçek ve balık dolu sanki, sarmaş dolaş öpüşüyoruz, hızlı hızlı, derin duyumlarla. ısırıyorsak eğer, acısı tatlı, birbirine karışmış soluklarımız içerisinde, sönüp gidiyorsak eğer, dönüşüyorsak kısa ve korkunç bir boğuluşla ölüme, bu anlık ölüm güzel. tek bir tükürük, tek bir olgun meyve tadı; yapışmışsın bana, duyuyorum titremelerini, tıpkı suda titreşen ay gibi…”

hiçbir şey olmuyor, herşey eskisi gibi sürüyor; yatıp uyuyacağım.

17 Kasım 2007 Cumartesi

muhabbet, noikibinüçyüzondört

ortaokulda felsefe dersimizin olup olmadığını hatırlamamama rağmen, ortaokul sırasında bir kitapta kant’ın resmini gördüğümü hatırlıyorum; hiç hoşlanmamıştım, yalana gerek yok, evet tipinden. ev ekonomisi dersimiz vardı ama, dün gibi aklımda, atkı örmüştüm bir keresinde bu ders için; uçuk sarı, yumuşak bir yündü ve çok kalın değildi. neredeyse onbeş yıl geçmiş üstünden ve o günden beri kant okumadım ben, ama ördüm.

bir vefat vesilesiyle dün akşam bursa’ya geldim istanbul'dan. vefat vesilesi, ne demek bu, yol boyu düşündüm çevre koltuklarda oturanlara çaktırmadan. sonuç? sonra, sonra. esra’yla sohbet ettik gece iki üç saat. sohbetin konusu bu değildi, ölüm ya da vesile olarak ölüm değildi, veya buydu da ben farkında değildim bilmiyorum. ikimizin gündemindeki sorunlardan oluşuyordu çerçeve. onun sıkıntısında işine yarayan şeyler söyleyememişimdir muhtemelen, ama o benimkiyle ilgili çok çarpıcı şeyler söyledi, en azından bana çarpıcı; kusursuz benzetmeler, apayrı gözüken iki şeyi bir araya getirip akıl yürütmeler... şuna yakın bir şey söyledi mesela: “sürekli kayıtta olan ve aynı anda sürekli çalan bir kasetin teklemesi kaçınılmaz, ama hiç takılmaması garip, takılması gerek, arada bir çıkarılıp kalemle sarılması gerek”. çerçevenin dışına çıkılmış ve 6’dan söz açılmıştı o sıralarda. devam etti: “insan, karşısındakinin mucize olduğunu bilmek ister bir yandan, diğer yandan mucize, mantığına ters düşer, bu çekişme hep var, hep de olacak”. yapma esra, olur mu öyle şey! kaset mi kaldı, her şey dijital artık, modern human, sayılar, basamaklar, sayılar, sayılar... “madem mucize dedin, aşk bir mucizedir bana kalırsa, ve birlikte olduğun kişinin mucize olmadığını gördüğün zamanlarda bile mucizesini görebiliyorsan, muhteşemsin, aksi halde...” diyebildim ben de ancak, elimden bu kadarı geldi. sürekli bir çelişki halinden bahsediyordu, “senin hiç böyle zamanların olmaz mı?”, “problematize etmem”, dedim ben de, “hiçbir şeyi, uzun zaman önce kaybettim bu yeteneği”. mantık-duygu, akıl-gönül, kant-atkı, mantıklı-duygusal, vs, anlamsız bir çekişme, burnunu yere dayayıp ayaklarının üstünde dönmek ve dönerken gözünle dünyayı devirmek bu; bakmaktan yanayım ben, kafayı kaldırıp bakmaktan, yalan yanlış da olsa görmekten, rüya bile olsa, hayal bile olsa, görmekten yanayım, al sana bir tane daha: gerçek-hayal. öteki türlüsü yetmiyor çünkü. yetmeyecek de. okulda yeter, işte yeter, karşına insanları alıp ilişki kurduğunda yeter, ama bende yetmez, çünkü benimle ilişki içindeysen, bir insanla ilişki içinde değilsin, samimiyim bunu söylerken, örgücüyüm ben, insan değil, ve kant’ı uzun süre önce terketmememe ve terketmeyeceğimi bilmeme rağmen onu sevmiyorum, okumayacağım. yaklaşma/uzaklaşma, güç/güçsüzlük, kaplan/kedi, ilişki ekonomisi, vb konularda asla iyi olmadım, ama ev ekonomisi konusunda hala çok iyiyim ve bildiğim tek ekonomi de bu. geçtiğimiz ilkbahar’ın sonlarında bir kazak ördüm mesela mevsime aldırmadan, nasıl olsa kış gelecek, az kaldı.

11 Kasım 2007 Pazar

"93"

"ama aşk, ah bu sözcük... ahlakçı kesilen horacio, derinlemesine bir nedeni olmaksızın tutkulardan kuşku duyan, ne kadar sokak varsa, ne kadar ev, ne kadar kat, ne kadar oda, ne kadar yatak, ne kadar düş ve unutuş ya da ne kadar anı varsa onlarla anılan bir kentte, yolunu şaşırmış, her şeyi aşağılayan horacio. sevgilim, seni ne senin için seviyorum, ne benim için, ne de ikimiz için, seni seviyorum, çünkü kanım sana tutulmaya iteliyor beni, seni seviyorum, çünkü benim değilsin, çünkü öte yakadasın, başka bir yerden beni çağırıyorsun, atla diyorsun, tut, bul beni, ulaş, ama ben atlayamam, çünkü sahiplenme duygusunun derinlerine inersen, sen bende değilsin ki, sana ulaşamıyorum, bedenini aşıp geçemiyorum, gülüşünün ötesi neresi, bazı saatler var ki beni seviyor olman sarsıyor beni, şaşkınım (sevmek fiilini ne de kolay türden kullanıyorsun, yemeklere, çarşafların üstüne, otobüslere saldığın hava ve tat berbat), bana olan sevgin alt üst ediyor beni, çünkü bana köprü olmuyorsun, wright olsun le corbusier olsun, asla tek taraftan karaya bağlı bir köprü yapamayacaklar; öyle serçe gözlerinle bakma bana kuş kafa, senin için aşk basit bir iş, bir işlem, sen benden önce iyileşeceksin hem, her ne kadar benim seni sevdiğimden daha çok seviyor olsan da beni, böyle. tabi iyileşeceksin, kuşkum yok bundan, çünkü sağlıklısın sen, benden sonra başkası gelecek, giysi değiştirir gibi değiştireceksin sen de. öyle yapıyorlar. pasaport görevi üstlenecek bir aşk isteyen, geçit veren, dağlar aştıran, anahtar aşk, silah aşk, insana argus’un binlerce gözünü verecek olan, her yerde hazır ve nazır kılan, müziğin başladığı, duyulabildiği noktadan önceki sessizlik olan bir aşk, öyle bir kök ki, o uçtan sonra bir dil örülmeye başlanıyor; işte böylesi bir aşk isteyen horacio’dan bunları duymak ne kadar hüzün verici değil mi? ama ne saçma aslında bunlar, hepsi var sende, ama uykudalar, seni bir bardak suya daldırmak yeter, tıpkı yabangülü gibi, yavaş yavaş, yaprak yaprak fışkırsın çiçekler, yuvarlacık biçimler çıksın ortaya şişerek, güzellik gözüksün. bitimsiz vericisin sen, ben almayı bilmiyorum, bağışla. elmayı uzatıyorsun, bense dişlerimi konsolun üzerinde unutmuşum. stop! dur bakalım, böyle böyle derken. neyse. kabalık yapabilirim, bir düşünsene. ama iyi düşün, pek kolay değil öyle.

neden stop dedim? duygu üretmeye başlayacağımdan korktuğum için olacak, ne kolay, ne kolay. şu etajerden bir fikir çıkarıyorsun, kitap alır gibi, ötekinden bir duygu, hop, sonra sözcükler aracılığıyla, şu kara köpekler yardımıyla bağlıyorsun birbirine bunları, sonuçta da seni sevdiğim ortaya çıkıyor. kısmi toplam dersek: seni istiyorum, tamam mı. genel sonuç ise: seni seviyorum. arkadaşlarımın çoğu, bir amcayla iki yeğeni saymazsak, böyle yaşıyor, ötekiler ise eşlerini seviyorlar. sözden edime geçecek olursak, hep ileri, genellikle eylem yoksa ne varsa yok zaten. çoğu kişinin sevmek deyince aklına gelen şudur: bir kadını seçecek ve onunla evleneceksin. yemin ederim seçiyorlar kadını, gördüm! sanki aşkta seçim olurmuş gibi, sanki aşk insanı çarpıp ikiye bölen ve oracıkta kanını dondurup taş kesen bir şimşek değilmiş gibi. sen şimdi, seçiyorlar çünkü onu seviyorlar da ondan, diyeceksin, ben tam tersine inanıyorum. béatrice’i, juliette’i seçmiyorsun. bir konser çıkışı seni iliklerine kadar ıslatan yağmuru sen seçmiyorsun. odamdayım tek başıma, mürekkep yala bakalım katip, kara köpekler öç alıyorlar ellerinden geldiğince, masanın altında ısırıp duruyorlar beni. altında mı denir yoksa altından mı? aman neyse canım, ısırıyorlar işte. neden, neden peki, por que, why, warum, oturup kalmışım, şu kara köpek korkusu da ne? şu kara harflere bak, nasch’ın şu şiirinde arılara dönüşmüş. ya şunda, octavio paz’ın dizelerinde güneşin baldırları, yaz mevsiminin surları. ama hem marie, hem la brinvilliers olan kadın, aynı kadın bedeni. nefis bir günbatımını izlerken coşkuyla buğulanan gözler de aynı darağacında can veren birinin çırpınışlarından zevk alıyor gibi. mürekkep ne sözcük, pezevenkliğinden korkuyorum, dünyanın kıçını yalayıp duran diller denizi. senin dilinin altındaysa bal ve süt var. evet, ama ölü sineklerin en güzel parfümü bile kokutacağı söyleniyor. sözcüklere karşı savaş, hiçbir şey önünde gerilememek için savaş, hatta zekice denen şeyden vazgeçip, gidip patates kızartması ve reuter ajansı haberleriyle yetinmek basitçesine, saygıdeğer kardeşimin mektuplarıyla, sinema söyleşileriyle yetinmek. ilginç doğrusu, puthenham’ın sanki nesnelermiş, hatta hatta özel yaşamları olan canlılarmış gibi duyumsamış olması sözcükleri çok ilginç. ben de bazen dünyayı yiyecek garip karınca selleri yarattığım izlenimine kapılıyorum. ah roc kuşu sessizliğe yatsa ya, kuluçkaya… logos, parıltılı, yanlış. yaldızlı yanılgı. resimle, desenle, dansla, makrame örerek ya da çok soyut mimiklerle kendini anlatan bir kavim düşünün bir. imlerle anlatımdan kaçabilecek midir, imleme, hataların kökleri orada değil mi zaten? insanlık onuru, vs… evet, her cümlede kendi onurunu kıran bir onur, bakirler genelevi gibi, tabi böyle bir şey olabilseydi.

aşktan filolojiye geçtin canı çıkasıca horacio. morelli’de kabahat, sorumlusu o, yakanı bırakmıyor senin; tutturduğu girişim, kaybedilmiş cennete dönüş gibi görünüyor sana, zavallı, selülozla sarılı altın çağda barlarda gezinen cennetlik; this is a plastic’s age, man, a plastic’s age. unut şu kancıkları. geri çekil, çekil, düşüneceğiz, düşünmek nasıl oluyorsa, yani duyumsamak, görece kıyaslamak kendini, en ufak tümce ya da yan tümceye mahal bırakmadan önce yüz yüze gelmek. paris bir merkez, anlıyor musun, diyalektik filan demeden, bir uçtan bir uca katedilmesi gereken bir fermuar, içinde insanın iyicene kaybolmasını sağlayan formüllerin de bir işe yaramadığı labirent. o halde bir cogito, paris’i solumak, içine girmek, paris’i içine sokmak gibi, neuma evet, ama logos değil. ey sana bu denli güvendiğim arjantin, henüz çıkmıştım karaya, belli bir kültürü yeterince edinmiş (birazcık indirimle ama), her şeyin gerçekliği peşinde, her şeyde bir açıklık ve ince bir zevk arayarak, eh, insan türünü iyice öğrendim, sanatsal açıdan görülecek ne varsa görerek, örneğin roman ve gotik sanatını, felsefi akımları, siyasal tansiyonu, shell’i, della francesca ve anton weber’i, düzenlenmiş bir teknolojiyi, öğrendim hepsini, lettera 22 ve fiat 1500 ve XXIII. jean’ı filan. bravo, bravo, bravo sana. cerche-midi sokağında küçücük bir kitapçı dükkanı vardı, gökyüzü öylesine mavi, öylesine dingindi ki, akşam vaktiydi, paris balkonlarındaki çiçekler pisa kulesi gibi eğik, yerlere kadar, eylem’in ta kendisiydi (başlangıçta tabi); kendini insan sanan bir erkek vardı. ne aptallık, ne bitmez tükenmez enayilik! kitapçıdan çıktı o (şimdi iyice düşünüyorum da, bir metafor gibi sanki, sadece kitapçıdan çıkan kadınla…) iki söz ettik etmedik, bir bardak soğan kabuğu suyu içmeye gittik sévres-babylone’da bir kafeye (yeri gelmişken, metafor deyince ben ne ince mince porselen, cam çanak, yeni açmışım bavulu sepeti, HANDLE WITH CARE, ama o, babylone, zamanın kökleri kadın, gerisi sonra sonra, primeval being, başlangıç anının korkunç halleri ve tadı, tatları, atala romantizmi, ama ağacın ardında bekleyen gerçek bir kaplanla bu kez). işte böylece sévres, babylone’la çekip gitti bir bardak soğan kabuğu çayı içmeye; karşılıklı bakışıyorduk ve sanırım birbirimizi deli gibi istemeye başlamış olmamıza karşın (yok yok, daha sonra oldu bu, réaumur sokağında) yanlış anlamalarla, tersinden anlamalarla son buluyordu sözlerimiz, sonra ellerimiz kıpırdanmaya başladı, gözgöze bakışırken elleri okşamak ve gülümsemek güzeldi, sigaralarımızı diğerimizin ağzındaki biten sigaradan yakıyorduk, gözgöze geliyorduk yine, ayıptı ama her konuda hemfikirdik, dışarıda paris dansa kalkmış, bizi bekliyor, yeni adım atmışız paris’e, henüz doğmuşuz, oracıkta herşey adsız ve tarihsiz (hele babylone için, zavallı sévres çok gayret ediyordu, babylone’un gotik yapılara adını söylemeksizin bakış biçimiyle neredeyse çarpılmış, rıhtımlarda gezinişi, akış yönünün tersine giden norman şileplerine bakışı onu nehir boyu büyülemiş…). birbirimizden ayrıldığımızda, bir yaş gününü birlikte tatmış iki çocuk, anne babaları ellerinden tutup sürüklerken geriye dönüp birbirlerini bakışlarıyla izleyen iki çocuk, lulu birinin adı, öbürü tony, bu bile yeter yüreğin olgun bir şeftali gibi ballanmasına.

horacio, horacio.
ah bok herif! yeter, kes artık. neden olmasın peki? ben o zamanlardan söz ediyorum canım, sévres-babylone’dan, yoksa şu hüzünlü sözlerden değil, oyun bitmiş, oynanmış bir kez, biliyoruz bunu."

6

bir süredir içimde bezelye şeklinde bir sıkıntı var. hararetli, hareketli bir sıkıntı değil bu, yayılmıyor, büyümüyor, ve henüz küçülmedi. karın boşluğuna kaçmış bir bezelye gibi, çürümeyen, şekil değiştirmeyen, yok olmayan bir bezelye (kes şamatayı).

bir oda ve o odada neden bulunduğunu bilmeyen biri, görünür hiçbir bağ olmamasına karşın kendini bağlanmış, tutsak edilmiş hisseden biri; onu bir yere bağlayan, bir duruma (ya da belki bir oluşa) esir eden hiçbir ip, hiçbir zincir olmadığını ona anlatmaya çalışan başka biri; bana kalırsa, esas tutsaklık bu ikinci kişiye ait, ya da umutsuzluk. çünkü anlatmak bir şeyleri göstermek demek, iyi veya kötü, doğru veya yanlış, birinci kişinin bambaşka bir şeyi görmesi ya da sadece gösterileni görmesi, bunlar önemli değil, anlatma ve dolayısıyla gösterme eylemi önemli olan, bu kadar. ama gösterilen şey görünmeyen bir şey ise, ya da şöyle diyeyim, etkileri hissedilen, sonuçları apaçık ortada olan, ama kendisi hiçbir zaman varolmamış ve varolmayacak bir şey ise, anlatmaktan hemen vazgeçmek gerek, çünkü bütün bu girişimin varacağı nokta ta en baştan belli: yara ve acı ve huzursuzluk ve öfke... çünkü ‘bağlı’ olan kişinin –eğer kişi yeterince açıksa- duyduğu ve gördüğü karşısında (ki bu, genellikle yalnızca kendisidir, yani kendisine gösterilen kendisi; zaten bütün bu içler acısı durumun kaynağı bundan başka bir şey değildir) hareketsiz kalması olanaksız, tanımlayamadığı bir rahatsızlıkla kıpırdanmak zorunda ve kıpırdandıkça varolmayan ya da apayrı köklerden fışkıran ‘bağları’ onu boğacak, sıkacak, acı çektirecek. o yüzden, daha henüz her şeyin başındayken, il’le başlayan herhangi bir sözcüğün içerdiği bir temasta bulunmamak gerek. fakat pek kolay değil elbette bu, başka şeylerin etkisi söz konusuysa eğer. evet, sevgi falan. bunlardan hiç bahsetmeyeceğim şimdi, lafı bulandırmaya gerek yok.

yani, ipler mipler, zincir, yok tutsaklık özgürlük, anlatmak, söz, vs, bütün bunlardan vazgeçip o kişiye bir makas vermek en iyisi, ya da duruma göre çekiç, balta, balyoz … bırak havayı kessin, biçsin, doğrasın, dövsün, bırak hayali iplerinden kurtulsun; bunca zaman sadece etkisini gördüğü şeyin resmini (bu etki bazen yalnızca bir duygudur, bazen de sadece boşluk, ya da boşluk duygusu) başkalarının tarifleriyle çizip buna bir ad vermiş, bırak bu yanlış adı yok etsin, düzeltmeye çalışma o adı ya da içeriğiini. çünkü bu adın yanlış olduğunu, bu etkinin başka bir şeyden kaynaklandığını, en azından kaynaklanıyor olabileceğini anlattığın zaman, iyi ihtimalle onun sözlüğünü paramparça etmiş oluyorsun, sarsıyorsun her şeyi, kötü ihtimalle ise onun sözlüğünün içeriği yine başkalarınca oluşturulmuş adlarından birine sahip oluyorsun (mesela, piç kurusu). bu yüzden bırak olmayan iplerini kessin, zincirlerini kırsın, nasılsa yoklar aslında ve olmadıkları için de bunlardan kurtulması birkaç saniye bile sürebilir; takınılabilecek en insanca davranış sanırım bu. sadece, hikayedeki badguy'lığa razı olmak ve ses çıkarmamak gerek, kısaca şöyle (bir klişe): madem illa ki bir piç kurusu olacaksın, gerçekten ol ve yalnızca bir kişinin olsun bütün bu yara, huzursuzluk, ne ise işte. ama bu da hiç kolay bir şey değil çoğu zaman, inandırıcılığı az. eminim duymuşsundur şunu, hatta senin ağzından da çıkmıştır muhtemelen: iyi biri ama… buradan sonrasını neyle doldurursan doldur.

ne anladım bütün bu safsatadan? hiçbir şey. ayrıca psikolojik determinizm hakkında da hiçbir bok bilmiyorum. bu yazıyla ilgisi var mı, onu da bilmiyorum. o yüzden hemen kesmek lazım, doksanüç varken ne buna ne de bana gerek vardı zaten. hadi sen de defolup git! nasıl olsa bu yazı bitiyor, nasıl olsa bezelye yerleştiği yere iyice kuruldu ve kıpırdamaya da hiç niyeti yok, ve nasıl olsa varacağımız yer yine burası, o yüzden defolup git. bak hakaret de edebilirim?

24 Ekim 2007 Çarşamba

3


“hissetmek – ne renktir acaba?”

anlatacak hiçbir şeyim olmadığı için yazıyorum.
yaşadığım şeylerin daha önce başkaları tarafından yaşandığını ve şimdi de yaşanmakta olduğunu varsayarsak, anlattığım şeylerin hiçbir çekiciliği yok senin için. tersini, yaşadığım şeylerin daha önce hiç kimse tarafından yaşanmadığını ve yaşanmayacağını varsayarsak, anlattığım şeyleri anlaman mümkün mü? her iki halde de, benim yazıcı senin de okuyucu olarak burada bulunmamız, yalnızca faydasız bir mastürbasyon girişimi. rahatsız edici geldiyse diye söylüyorum: neden kötü bir şey olsun bu, tedirginliğe de gerek yok, günün hemen hemen her anında buna benzer eylemler içerisindeyiz zaten. farklı değiliz, aynı değiliz, sadece bu taraftayız ve o tarafta hiç olmayacağız. ben bu yüzden yazıyorum, sen bu yüzden okuyorsun.

duygularımdan başka hiçbir şeyin gerçekliğinden emin değilim. aynı masanın ayrı uçlarında oturuyoruz ve ben paketten bir sigara çıkarıp yakıyorum, bir nefes çekip filtresi aşağıya gelecek şekilde masanın üstüne diklemesine bırakıyorum, diyelim ki hayatın boyunca hiç sigara içmemişsin; bakıyoruz. iki çift göz, iki farklı sigara görüyor, doğal olarak. bu sigara, bir duygu olsaydı eğer, senin ya da benim, muhtemelen şimdi yazmaktan vazgeçmiştim ve sen de kaşlarını çatıp dik dik ellerime bakarıyordun. oysa ben elime bile alamıyorken hissettiğim şeyi, masaya koyup görmeni bekleyemem. ya tutabilmek!

kötümser biri değilim, hiç olmadım. klasik deyişle: kötümserler, bardağın dolu tarafını görmemekle vs. bir de bunun tam tersi vs. kendimi bu iki gruba da dahil etmeye çalıştığım zamanlar oldu, ama boşuna, önüme bir bardak koyup ne gördüğümü soranla, sonra bardakla, sonra da artık kırık olan bardaktan yayılan sıvıyla uğraşmaktan öteye hiç gidemedim. siyahtım, buz mavisi oldum, turuncu, beyaz… bana sorarsan, herhangi bir renk değilim; ya alacayım, ya da... ve bu durumda, saydam olmayı tercih ederim diyebilirdim, bulutların arasında batan güneş sırf ben huzur bulayım diye yaratılmamış olsaydı; ve sırf huzurlu batışını izleyebilmek için güneşin, bu gözlere sahip olmasaydım; ve sırf huzur bulmam gereken bu batışa kilitleyebilmek için gözlerimi, ruhum uyuyup kalmasaydı; ve bu manzarayla huzur dolması gereken ruhum dünyanın hızına yetişip uykumu kaçırmasaydı.
şu anda sahip olduğum herşey: alelade bir su damlasının, seninle güneş arasından geçerken gözünü alan parlaklığı. pek bir şey demek değil bu senin için biliyorum, bu yüzden sahip olduğum herşey, z ışık yılı kadar uzak görünüyor sana. bazı kelimelerin son harflerinin bana ulaşma sürelerini göz önüne alarak şematik bir sapma eğrisi...

bir tür dalga geçme benimki, alay etme; bulabildiğim tek çözüm bu. madem seçimlerimin önemli bölümü benim seçimim değil, eh, oturup boş yere dertlenmek ya da yalan/sıradan bir sükunetin içinde silikleşmektense bu daha iyi. ve sen şimdi belki de kasvetli bir şeyler geçirirken aklından, benim gülümseyebilmemin tek sebebi bu. yalnız bir de yan etki mevcut: artık sadece hüzünlendiğimi düşündüğüm zamanlarda hüzünlenebiliyorum.

23 Ekim 2007 Salı

2

bulunduğum sokağa yağmurun getirdiği kimsesizlikten faydalanıp, tüm sokağa ve sokağa ait ne varsa hepsine şükranlarımı sunuyorum, ben olmadıkları için.

eni onyedi metre, boyu sonsuz olan bir sokakta, evimin salonundaki kanepede yürüyormuşum gibi duruyorum. önümde ve arkamda uzayıp giden sonsuzluğun kısıtlayıcılığına yalnızca eylemsizlikle karşı koyabilirim, fakat bunu bile yapamıyorum. çünkü durmak sözcüğü, hiç vakit kaybetmeden eylemini çağırıyor; çünkü sonsuzluk, parmaklıklarına asla ulaşamayacağım kafesin dışına çıkamayacak; çünkü hücrenin saydam duvarlarını göremesem de orada olduklarını biliyorum. istediğin kelimeyi seç ve onu kavradığın avuçlarınla uzat bana sonsuzluğu, istediğin sembolü yapıştır üzerine, denklemdeki her değeri yerli yerine oturtmak ve biraz da beni avutmak için; yine de sonsuzluk, iki omzumun doğrultusundaki onyedi metreden daha insancıl ve daha merhametli gelmeyecek bana. işte bu yüzden biraz kıpırdanıp yönümü değiştiriyorum ve biri üstünde durduğum, diğeri tam karşımda benimkine paralel uzanan iki kaldırım arasında durmaksızın gidip geldiğimi düşlüyorum. hangi doğrultuda yol alınırsa alınsın, şefkatli ve yapay bir özgürlük duygusu (şefkatli demek, yapay demek; daima arzulandığı şekliyle dolabilseydi özgürlüğün kabı, özgürün hissettiği muhtemelen acı ve kafa karışıklığından başka bir şey olmayacaktı) nasıl olsa yakasını bırakmıyor insanın, o halde sınırı bilinen, görülen, dokunulan ve hatta yere yapıştığında orada olmaması gereken bir şeye çarptığını fark edebileceğin bir teslimiyeti tercih etmenin kötü bir yanı yok; aksine, daha faydalı. diğer teslimiyet, yani etrafında ne olduğunu bilmeden, kendini bilmeden, bilmeyi bilmeden ve daha fenası bazı önemli şeyleri (*) reddederek uçsuz bucaksız sokakta koştururken birilerine çarpmamak, yaralamamak, ezmemek, öldürmemek ve bu insansı dehşetten bir şeyler öğrenmek mümkün değil, hatta öğrenmeyi öğrenmek bile. sakat bacakların üstünde sürdürülen kusursuz bir yarış oyunu bu; oyuncular, sakatlıklarının ayırdına varamadan ölüyor, ve belki de ancak öldüklerinde varış çizgisinin hiçbir zaman orada olmadığını anlıyor, kim bilir. fakat bu bile bazı durumlara yeğdir: yatağa ya da kanepeye uzanıp varolmayan ve asla varolmayacak bir sokağın ortasında düşlere dalmış bir yokvarlık olarak durmanın hayalini kurabilirsin, tıpkı benim gibi, bacaklarını hissetmeyerek.

hissetmek demişken…

22 Ekim 2007 Pazartesi

1


kulağımı kesmişim? aferin.


dün öğleden sonra:
ceketimin cebindeki minik bir kağıda minik harflerle yazılmış bir alışveriş listesiyle kadıköy vapurunu bekliyorum beşiktaş’ta, yanıma yaklaşıp merhaba dedi biri gülümseyerek, o ana kadar bir yabancıydı kuşkusuz, merhabadan sonra bir tanıdık olduğu anlaşıldı; selamlaşma ve hallerin hatırların kısa muhasebesi, neyse, couveuse’ü sordu nedir neyin nesidir? aklımda cebimdeki listeyi evire çevire couveuse hakkında arasıra kendi kendime de gevelediğim bir takım sözleri uzattıkça uzattım (onüç dakika vardı daha vapurun yanaşmasına), bir süre sonra dinliyormuş gibi yapmaya başladı ve ben sözümü bitirdiğimde anladığını söyledi yine gülümseyerek; bahsi geçen nazik kişi hiçbir şey anlamadı doğal olarak –alınmazsın değil mi?-, çünkü ben de aynısını yapıyorum kendi kendime böyle ipsiz sapsız düşüncelere dalmışken; kendimi anlıyormuş, hatta hak veriyormuşum gibi yapıyorum kendime gülümseyerek, üstelik bunu yaparken ne düşüncelerimin ne de gülümseyişlerimin hızına yetişebiliyorum (hoş, böyle zamanlarda düşüncelerin gittikleri yol hiçbir yere varmıyor, hiçbir yere varmayan düşüncelerin peşinden koşturmuş oluyorum paramparça tebessümlerle; öyleyse, bunlara düşünce ve/veya düşünce dizgesi ya da akıl yürütme diyebilir miyiz mühendisim, içimize sindirerek?). daha sıkıntılı olansa bundan sonrasıydı: ikimiz de yalnızdık, aynı vapura binecektik, hoşçakal deyip öylece ayrılsak kabalık yapmış olacağımızın farkındaydık, ayrıca vedalaşmak da istemiyorduk, belli ki karşılaşmadan önce sıkılıyorduk ikimiz de, durumun sıkıcılığını görünce de beraber sıkılalım bari demiş olmalıyız içimizden, duymadan ve konuşmadan. vapurun iskeleye yanaşmasını izledik, yolcuların inişini izledik, vapura binişimizi izledik, izleyişimizi izledik. ister istemez aynı yöne doğru gidiyorduk yan yana ve seyahat boyu yan yana oturmak istemediğimizin farkındaydık, yüzündeki bir anlık kıpırtıyı yakalayıp gülümsedim gözlerine, vedalaştık kibarca. daha sonra olanlarsa tamamen manasız, tekdüze, hiçbir ilgi çekici tarafı yok. anlatacağım.

anlatacağım ama daha önce bir bilgiye sahip olman gerek okuyucu, durup dururken gelmiyor aklıma hiçbir şey: geçenlerde e.b. ile konuşuyorduk, laf zekaya nereden geldi hiç hatırlamıyorum, -yanlış anladıysam zahmet edip düzeltsin- şuna yakın bir şey söyledi: dili matematik olanlar dışında hiç kimseye dahi denmez, deha aranmaz (einstein’ın ve benzerlerinin adını hiç anmadık, keşke ansaydık). söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum, sen de biliyorsun, bir düşünsene, dünyanın gelmiş geçmiş en zeki adamı kim sorusuna vereceğin cevap ne? çağımızın en zeki adamı kim sorusuna vereceğin cevap ne? hepsi matematikle konuşan kişiler değil mi? nasıl doğru olarak çoğunluk tarafından kabul edilebildiği geliyor bunun aklıma arasıra o andan beri, ve ulaştığım sonuç bu kabulün ancak salaklığın yan etkilerinden biri sayılabileceği oluyor. iq testi denen zevzekliğin konumuzla ilgisi yok yanlış anlama, o zaten saçmalık. kafama takılan, bir saçmalığın üzerine kurulmuş olsa da, neden bir tane bile filozofun adının dahiler listesinde geçmediği, bir edebiyatçının, bir bestecinin ya da. yanıt yine e.b.’den: çünkü kimsenin çözemediği bir denklemi çözdüğün zaman bunu herkese gösterebilirsin, kanıttır zaten masanın üstüne bıraktığın, ve bu da dehaya sahip olduğunun kabulü anlamına gelir -hatam veya eksiğim varsa yaz-. bu kabul doğruysa eğer, yani gerçekten dünyanın en zeki insanları matematikçiler, fizikçiler, mühendisler, vb, ve benzerleriyse eğer, hepimizin (kendi jenerasyonumun tamamını kastediyorum) anneleri ve babaları haklıydı ve biz (burada yumuşak olmayanları kastediyorum, yani kafası kötü ve vasat her tür dış etkiye pek de açık olmayanı, herhangi bir jenerasyondan) onlara uymayıp doktor ya da mühendis ya da öğretmen ya da çağımız toplumu (hadi o kadar acımasız olmayayım ve bu toplum diyeyim) tarafından hak ettiği saygıyı gören bir meslek dalına ait olmadığımız için aptallığı hak ediyoruz, suçluyuz. arada atladığım bir sürü yer var, bir sürü boşluk; onları sen doldur, ben sıkıldım.

vapurun içinde kadıköy’e doğru ilerlerken bunları ve cebimdeki listeyi düşünüyordum işte ve aklıma limon sıkmak geldi: madem öyle, madem ancak sayıların diliyle gösterdiğim şey aptallığımın genel reddi anlamına gelecek, o halde, cebimdeki listeyi bir denkleme dönüştüreyim ve sonra da bu denklemi çözeyim. ilk aşama bakmak değil mi, henüz görmesen de bakmak, işte baktım ben de listeye:

- patates
- domates
- beyaz peynir
- nane
- köri
- kahve
- yeşil çay
- diş macunu
- tuvalet kağıdı
- peçete

vapur iskeleye yanaştı, yolcular indi, tabi ben de. listedekilerin beşiktaş’taki en kıytırık bakkalda bile bulunmamasına olanak olmadığını biliyorsun, ve sırf bu yüzden, bu şeylerin kadıköy’de bulunmamla hiçbir ilgisi olmadığını biliyorsun, ve listedeki isimleri eve dönerken girdiğim alelade bir markette görünmez çizgilerle karalayacağımı biliyorsun; tabi evimin yıldız’da olduğunu biliyorsan, ve yıldızın nerede olduğunu biliyorsan.

doyurucu bir karşılık veremeyip hakkında laf kalabalığı yaptığım couveuse, ve beraberinde gelen yazmak sorusunun cevabını bu metnin sonuna iliştirmek üzere tasarlamıştım, ama şimdi saçma geliyor, bu sebeple başka bir şey olacak burada bir yanıt yerine, o şeyin ne olduğunuysa henüz bilmiyorum, göreceğiz; şimdilik şunları söyleyeyim: rakamlarla belirtilmiş başlıklara sahip metinler, sadece ve sadece bu konuya ilişkin olacak ve edebiyat dahil hiçbir kaygısı olmayacak; aksi yazıcı tarafından belirtilmedikçe, metinler içindeki “sen”, sen okuyucudan başka biri olmayacak. bu gözle oku. yani kendi gözünle.


17 Ekim 2007 Çarşamba

düş

- plak: you’re not speciyou’re not speciyou’re not speciyou’re.
- kaset: you’re noouuut ssspeesshhaaall yyyoorr.
- cd: you’re not you’re not you’re not. ıtıttıııt…ıtttıt.
- hd: pırb.
- kulak: boktan şarkıymış.


bırakın sahtekarlığı. hepiniz!

kulağımı kestim.

7 Ekim 2007 Pazar

film eleştirisi değildir

ne kadar oldu? bu samimiyetsiz filmi kaç yıl önce izledim ilk defa? dört yıl? beş? o zamana kadar izlediğim en romantik şeydi. ama aradan geçen kısa sayılabilecek sürede ne kadar değişmiş film, hayal kırıklığına uğradım ve uzun zamandır dün geceki kadar sıkılmadım. yine de sonuna kadar sesimi çıkarmayıp izledim: bir zamanlar sevmiştim, hem de öyle böyle değil, ve şimdi öfleyip pöfleyip kapatamazdım ki pat diye, kapatıp arkamı dönemezdim; izledim. sonuna kadar. gençlik hatalarıyla dolu elbette gençlik, ama bir türlü anlayamıyorum şimdi, nasıl ‘en romantik şey’ diyebildiğimi çözemiyorum. can da sıkılmaz ki canım böyle dandikliklerle. mesela çok satan bir kendiniyapankadın dergisinde (alınganlığa gerek yok; yapmak, merhametin okşadığı bir sözcük burada) yer alan bir yemek tarifine dönüşebilir pekala bu sıkıntı; başlığı da şu olabilir: “aşık olamıyor musunuz? işte size aşkın kusursuzluğuyla kuşatılmış bir gün!”.

gerekli malzemeler:
-meydanları, heykelleri, köprüleri, ve nezih yolüstü kafelerinin bolca bulunduğu, pek kalabalık olmayan ve ortasından hem tramvay hem de nehir geçen bir şehir.
-bir tren ve seyahat. (europe?)
-bulunduğunuz vagonda, pek anlamadığınız bir dilde kavga ederek size kadın/erkek ve ilişki temalı tonlarca boş cümle kurma fırsatı verebilecek referans bir çift.
-bulunduğunuz vagonda, sizden biraz daha geride oturan aptal, sevimli, serseri görünüşlü ama kibar, ertesi gün denizaşırı ülkesine dönmek zorunda olduğu için bıraktığınız anda bulaşmayacağı garanti olan seksi bir adam. (ethan hawke olması önerilir bu adamın, ama elinizde yoksa benzer bir malzeme de kullanabilirsiniz, her yerde var)
-şehri birlikte turlarken çeşitli yerlerde karşınıza çıkması için yüzyıllardır sahte romantikler tarafından kullanılmaya alışmış birtakım ilgi çekici ve çapulcu(!) karakterler. (keman-akordeon ikilisi, el falı bakan zeki bir çingene, sefil şair, sokakta gösteri yapan bir dansöz, vb)
-ve son olarak, her şeyin yolunda gitmesini sağlayacak şans. (bunu dert etmeyin, şans sizin yanınızda olacak! mesela bir bara girip iki üç kelimeyle bedava içki alabilirsiniz iyi kalpli bir barmenden. ne de olsa bu sizin acınası hayal gücünüz!)

böyle zaman kaybı olur mu? hangisine üzüleyim karar veremiyorum; ilk izleyişim ve ardından birkaç gün hissettiğim o yoğun ve yapay aşk duygusuyla geçen süreye mi, yoksa dün gece harcadığım süreye mi. “bütün dünyan yalan, bildiğin herşey sahte tatlım” diye bağırsam da işe yaramaz artık, ama bağırdım. ne oldu? nasılsa günbatımından önce buluştular, kendi ölü denizlerinde yüzüyorlar, huzur içinde ve kendilerine rağmen. uzatayım mı biraz daha sapına kadar hesaplı sözcüklerle? sıkıcı olsun istiyorum bu yazı, eğlenceli değil. başarabiliyor muyum, orası meçhul. neyse, ne diyecektim, hah: sözcükler ve kendininki de dahil tüm sözcükleri içinde barındıran dünya (uzay ve onun içine tıkıştırdığın diğer tüm sözcükler de çalışma masanın üstünde boyunlarını bükmüş duruyorlar) ve mantık ve hakikat hakkında bir şeyler (şimdiden başlamış olmalı sıkıntı). ama vazgeçmek üzereyim: insanın kendiliğinden bilemeyeceği bir şey var; ve o şey, hiçbir bok bilmediğini kendine itiraf etmesini ve sadece bu itirafın ona sağladığı sınırsız olanağı (kendisi, ve dünyanın kendisi başta olmak üzere, içindeki bütün sözcükler gibi) görmesini engelliyor. ancak bu itiraftan sonra gerçekten emeklemeye başlayabilir insan, yürüyebilir, ölebilir (stockholm’e selam). öteki türlüsü yalan; ve pekala mantık, bunun baş aracı olabilir. onun yolları daima ya doğruya (true) ulaştı ya da yanlışa (false), hakikate (truth) değil (fe101). kelimeler, nesneleri göstermediler asla, ya da şeyleri; yalnızca kendilerini gösterdiler, ve gözlerin sana ait, gördün mü? hakikat başka bir yerdedir, uzaktadır, hiçbir şey bilmediğini söylemeni beklemektedir kendine; zaman zaman belirginleşen ve fakat derinlerde bir yerlerde sürekli hissettiğin “ters giden bir şeyler var” duygusunun, özel isimler de dahil hiçbir sözcüğün tam olarak içine sinmemesinin sebebini, dünyanın altında ezilmediğini, bunu engellemenin tek yolunun üstüne çıkarak senin onu ezmen olmağını anlamanı beklemektedir; bütün yolların başında, kollarını açmış, masif huzursuzluğunu gidermeye çalışmanın yollarını aramanı beklemektedir; dünya evine hoş geldin, demek için.

dün gece, filme ve bana katlanan kişiye de teşekkürlerimi sunayım sırası gelmişken; kadın ruhundan anlamadığım konusunda hemfikiriz. aşkın da anlamadığına dair söylentiler varmış. gülüştük. şimdi neye geldi sıra? başlangıçta sildiğim şeyin yerine yenisini koymaya sanırım. yani, “göster bakalım sen ne kadar romantiksin” kısmına. bir bardak ballı ılık süt kadar. şaka tabi. ama koca bir kupa koyu kahve diyebilirim, tek şekerli.
artık uzatmayayım daha fazla, sıkıcı bir metin yazarken bu kadar eğlendiğime göre bir terslik olmalı. filmdeki tek iyi şey, hadi iyi demeyeyim, tek romantik şeyle bitireyim, kanaldaki şiir:

daydream delusion, limousine eyelash
oh baby with your pretty face
drop a tear in my wine glass
look at those big eyes, see what you mean to me
sweetcakes and milkshakes, i am a delusion angel
i'm a fantasy parade
i want you to know what i think
don't want you to guess anymore
you have no idea where i came from
we have no idea where we're going
lodged in life like branches in the riverflowing downstream, caught in the current
i carry you, you'll carry me
that's how it could be
don't you know me
don't you know me by now

bilenler bilir: kahveyi asla şekerli içmem. istisnalar hariç.

20 Eylül 2007 Perşembe

nodört

“keyfi kaçmış bir arkadaşa rastlıyorum, işindeki bir sorundan dolayı canından bezmiş. dışarıdan, yazı masasının kıyısından, ona kişisel olarak ilişmeyen bir konuda kaygılanmasını saçma bulmak kolay (birinin sorununu vekaleten, ikinci elden yaşamak: çalışkan işçinin, dürüst yöneticinin kara yazgısı). kendime soruyorum bazen, evrensel ölçütle karşılaştırıldığında işin saçmalığı kafasına dank ediyor mu, bazen şöyle bir adım geri atınca gözünün önündeki koskoca canavar birden havada uçan sineğe dönüşüyor mu? tekniği bilirsen ötesi kolay. baruch spinoza, ne domuzdur o. biri öldüğünde, vurdumduymazın teki dedi ki bana:
-böyle durumlarda olan bitenin beni etkilemesine izin vermem, fizikötesine sığınırım.
-belli ki ölen sevgiliniz değildi, diye yanıtladım.

bir olabilse... laforgue’un o kesin, yok eden evrensel oran duygusuna hep hayran olmuşumdur. gerçekliğe gezegensel bir ölçekte bakan tek fransız şair. kaçan tren, lekelenen bir takım elbise karşısında bütünlük bilincini yitirmemek, olup biteni hiçe, hiçten de azına indirgemek. belli ki ölen sevgiliniz değildi. ah andres, başın da ciğerin de ağrımaya başladı, bu önemsizlik karartıyor herşeyini senin, il sole e l’altre stelle. bir yaşam kayıyor elinden, önceki öldürülenler gibi, evrenin filan canı cehenneme. benlik tek başına duruyor öylece, kanını emiyor dünyanın tek gözüyle-hiçbirşey görmeden.”

belirsiz bir şarkının önsözü

henüz çocukken gözlerimden birini almışlardı benden. aylar önce. fazla sorun etmedim, nasıl olsa o bensiz de sağ olarak kalmaya devam edecekti ve korsancılık oyununda yeterince tecrübeliydim. ama gözüm, masanın üzerindeki gözüm; ona yapmadıklarını bırakmadılar. herşeyi gösterdiler önce, en minik çentiğine kadar herşeyi; sağ kaşımın altında kırmızı bir et parçası sallanıyordu ve gözüm herşeyi gördü. ona şarkı da söylettiler. gereksiz söz oyunlarından başka çekici bir yanı olmayan iphamın pesi‘ni, baştan sona, tekrar tekrar; zaten dans ediyorlardı, sıkılmışlardı, bir tane bile şarkı bilmiyorlardı, bari bilen birine söyletselerdi falan filan. yağmacılar! gözüm orada, masanın üstünde apaçık durmuş onlara bakıyordu, sağdı, şarkı söylüyordu.
aylar geçti; daha fazla büyümedim. ama sürdürdüm başka gökyüzlerinde hep aynı yıldıza bakmayı. ara sıra bordo bulutlar geçiyordu yüzümden, sıyırıp attım teker teker. biliyordum, o da bakıyordu, sürülerce gökyüzünde hep aynı yıldıza, kurumuş bir köşede yaşlı çocuk haliyle bakıyordu. apaçık değil mi bu? yıldızına bakıyor. onları asla affetmedim.

19 Eylül 2007 Çarşamba

şefin kerpeteni, nobir

"bir şeyi sevmeye göreyim, onun kötü yüzünü bana gösterecek karabasan hemen eşiktedir. kedileri öyle seviyorum ki, onları hemen düşümde görmeye yetiyor bu sevgi; bugün gibi yaşıyorum görüntüleri, yeşil gözlü bir kedinin kollarımda geçirdiği değişimi; yüzü birden acımasızlaşıyor, kendisi gitgide büyüyor, ellerime korkunç bir saldırıya kalkıyor, gözlerime pençe atıyor. tuhaftır, şöyle düşünüyorum (ensemi ısırdığını duyumsuyorum ve her şey bir karabasan gibi üstüme çöküyor): 'işte (panter) (kaplan), insanı olsa olsa böyle öldürür.'
uyandığımda her şeyi apaçık sansürden geçirmiştim bile. kedi işi sürdü ve ardından hemen unutulan bir olay olarak kapandı gitti. asılı duran ilmek ise şu oldu:
bir telefon kabinindeymişim ve bir kadın da bana kapının altından bir kedi uzatıyormuş."

15 Eylül 2007 Cumartesi

yirmiközlü parmak ova

koşullu bir şehrin kıytırık bir kafesinde ve dandik bir masanın köşesinde kafesine kısılmış, karşıda oturuyorsun. sana ait bilgiler edinmemiz gerek.
evet, şusun busun, bu yüzden ya da şu yüzden, onun yüzüyle ilgisi yok, seninle var; gözlerine baktığımızda gözlerimizi oyduğunu görüyoruz. bakışlarımızın yerinde ağızlarımız varken diliniz söylemişti. hoşlandık. göğsünde ağlayabildiğin yek parenin şu anda burada tek başına durduğunu biliyoruz. gözyaşlarını yalnızca onun dildiğini biliyoruz. belki de sevmiştik. bildiklerimizin arkasından bilmediklerimiz köşede kuruluyor, tanımadığımız biri araya girip, bak, diyor. seni tanıyoruz. o tanımıyor ya da tanımak istemiyor. haklı; koşullu bir şehirde yaşamıyor.
sana ait bilgiler ediniyoruz. her yeşili bildiğin gibi tatmaya devam et. hoşlanmıyoruz. birden ve kalp gibi durup dururken aklımıza kahin sülükler geliyor, hafızanı yitiriyorsun, tükürüyor. bak! nefret de edebiliriz. bakıyoruz, midemiz bulanıyor. sülükleri yutup kahinlerin kollarını koparıyoruz, kalmak şeklinde bir sözcüğün kanı tenimize bulaşıyor. her nebati gülüşün bir sizi vardır; paramparça yeşerip tükürüyoruz.

25 Temmuz 2007 Çarşamba

simmpleness

ben de.

8 Temmuz 2007 Pazar

duo

burada, aynı daire içinde dönen iki ayrı metnin, komada geçen kısa öyküsü anlatılırdı.

7 Temmuz 2007 Cumartesi

ceset türleri

sıcak bir haziran gecesi, istemeden bağlı olduğu bakımsız devlet hastanesinin kardiyoloji servisinin perdelerle ayrılmış yoğun bakım odalarından birinde yatıyordu. her bakımdan sıkıcı bir yerde, sıkıcı bir konumdaydı. sağlık durumu da pek iç açıcı sayılmazdı. şikayet etmiyordu. ses tonundan işinde yetkin olduğu anlaşılan doktor, tam olarak saat 04:23’te ona öldüğünü bildirdi ve arkasına bakmadan odayı terk etti. hemşireler de bazı cihazları kapattıktan ve bazılarını da iterek odadan çıkardıktan sonra, bu kabullenilmesi zor durumu kabullenmesi ya da en azından buna alışması için onu bir süreliğine yalnız bırakmaya karar verdiler ve arkalarına bakmadan odayı terk ettiler. duyduklarına inanmak istememesi onu şaşırtmadı.

birkaç saat sonra, iki akrabası ve karısıyla birlikte hastaneye gelen tek arkadaşı, onu leş gibi kokan morgda ziyaret ettiler. ellerindeki kağıt mendilleri değişik bir 'geçmiş olsun' hediyesi olarak yanlarında getirdiklerini sandı ama bu küçük grubun dörtte üçünün gizlice iç çekmeye çalıştığını ve tek arkadaşının hıçkıra hıçkıra ve göğsünü hafif hafif yumruklayarak ağladığını görünce kağıt mendillerin kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığını anladı. bir ara onları teselli etmek, üzülecek bir şey olmadığını onlara söylemek geçti içinden ama sesini çıkarmadı. hoş bir yer sayılmazdı burası açıkçası ve keyfi de yerinde değildi. daha önce defalarca gördüğü bu dört şahıs, birbirlerine sarılarak ve birbirlerini teselli ederek morgu terk ettiler. bir an için yalnız kaldığına sevindi sanki ama kapanan bir kapağın sesi onu karanlığa gömünce sevince benzeyen bu duygu yok oldu ve pek de derin sayılamayacak düşüncelere daldı. bundan hiç hoşlanmadı. şikayet etmedi. şikayet etmekten de hoşlanmazdı.

ölüm ilanının hangi gazetede yayınlanacağını düşüncesinden kendini alamıyordu. yüksek tirajlı bir gazete olsa iyi olurdu. otuzdört yıl boyunca hemen hemen her gün aldığı gazetede adını gördüğünü hayal etti. bu daha iyiydi. gazetelerdeki ölüm ilanlarını, şimdiye kadar hiç okumadığını fark etmedi. şimdi de okuduğu söylenemezdi. otuzdört yıl boyunca aldığı gazeteyi hiç okumamıştı. fark etmedi. yaptığı pilavlar geldi aklına, kimi lapa olmuştu, kimi diri, bazen dibini tutturduğu da olmuştu: tencerenin kapağını kaldırıyor, gazetenin iki sayfasını katlayıp tencerenin ağzına koyuyor ve kapağı kapatıyordu: otuzdört yıl boyunca pişirdiği bütün pilavlarda bu gazetenin payını yadsıyamazdı, yattığı yerden. soğuyan ve biraz da şişen kafasında evirip çevirip o kadar çok düşündü ki bunları, geçen zamanda neler olduğunu anlamaya fırsat bulamadı. yüksek tirajlı bir gazetenin 22 haziran tarihli ölüm ilanları sayfasının sağ alt köşesinde bir kez daha ölmüştü. bu ölümü hastanedekinden daha masrafsızdı üstelik. yine de hiç kimse öldüğünü kabullenemiyordu, henüz kimse bu fikre alışabilmiş değildi; hiç değilse, o öyle tahmin ediyordu, herkesin onu öldürmek için her türlü insani çabayı sarf etmesine aldırmadan. gazete ve ölüm ilanını bu kadar dert etmeseydi, onu yıkayan adama bunları anlatabilirdi. anlatmadı. anlatmaya başlasaydı, muhtemelen sıkılıp susardı ve bu midesiz adamın öğleden hemen önce yediği lahmacun hakkında gereksiz bir sohbete girişmek zorunda kalırdı ister istemez. böylece, birlikte susarlardı. tabi başka şekillerde.

ikindiyi müteakip namazı kılındıktan sonra onu dört bir koldan aceleyle mezarlığa taşıdılar. sarsıntıdan ve ter kokusundan biraz rahatsız olmuştu. şikayet etmedi. tanıdığı herkes gelmişti. yirmiüç kişi. ve bir de imam. en zoru, mezarlıktaki bu dakikalardı onun için: her şey o kadar kusursuz, o kadar planlıydı ve herkes yapması gerekenleri o kadar iyi yapıyordu ki, henüz çukura girmeden öldüğüne inandı, iki-üç saniyeliğine. ağlayanların sayısı biraz azalmıştı, iç çekense kalmamıştı. kabrine indirdiler, iki kürek ve düzensiz bir sırayla üzerini toprakla kapadılar. birkaç kere elle toprak atacak kadar duygusallaşanlar da oldu, ama bu ruh hali kısa sürüyordu. artık muhtemelen arkalarına bakmadan töreni terk etmeye başlamışlardı ya da sadece bu kadarı yeterliydi ve arkalarında bakacak bir şey de yoktu. ayak seslerini belli belirsiz duyabiliyordu, imam da şu sıralar dua ediyor olmalıydı. öldüm sonunda, dedi kendi kendine. kendi kendime öldüm sonunda dedim, dedi kendi kendine. kendi kendimi bu lanet çukura kapattım, itiraz bile etmedim, dedi, ve kendi kendime öldüm sonunda dediğimi duydum. imam, işini bitirip gitmişti, hava bir anda bozmuştu, karanlık üstüne kapanmış, serinlik çökmüştü, toprağın nemini dizlerinde duyumsayabiliyordu, kefen de biraz kaşıntı yapıyordu; şikayet etmedi ve hiç beklenmedik bir anda, ansızın, öldü.

resim

sağırları duyuyorum
doğuştan gelen kusur gibi
esirgiyorlar sözlerini
dudaklarına sürünen sözcükler
yanaklarında kaybolduklarını söylüyorlar
kayboluyorum

dalgaların sürüklediği tahtalar
gibi kuşbaşı et parçaları görünmeyen
ve açılan kollarımın sallanan kancalar
gibi kaybolduğunu söyleyen okyanus
ve adam arkasında saklanan başsız
canis lupus

boynundan süzülen kırmızıya hapsolmak
ve melez gölgelerde susmak
gibi kırmızı boynundan sürünerek
kuşbaşlı kurtların okyanusunda adam
olmak ve olmak gibi belki
bütün gölgeli fiilleri bilmek
ve kancada sallanarak eşlik
etmek başsız adamın yanında
kaybolan boyunları ve
yanakları ve dudakları

ve ilk ve son
kez kullanılan fiileri
açmak gibi kuşbaşı bir
iki melez dilde kaybolan
kollarımı bulmak
ve sürüklenen sözcükleri
boynumun okyanusunda
ki kurtbaşı sağırların dilinde
kaybetmek ilk kez
ve kırmızıda doğan son
kuşbaşlı adam gibi
faili esirgenen bir yanağın
düşün ve iki dudağın
gibi kaybolmak

olmak ve olmak gibi belki
apaçık bir kayıptan doğan
sayının arkasına vurduğunu
duymak bir düşün ve iki
dalganın çiğnenen ilk süzülüşü
nü ve olmak ve olmak
gibi belki kancada sallanıp durmak

tahtaya bir savrulan iki satırın
altına sürünen kayıp düş
en
dişe'itlerinin başta bir yanağı
iki dudağı ve ağız kenarında
kuş gibi tükürüğü olmak
ve olmak gibi belki
yalnızca sağır bir çift sayıdan
kulak yapmak bütün kör kurtlara

7 Haziran 2007 Perşembe

birtakım cumartesi sohbetleri

maviden turuncuya geçiyor dakika, turuncudan mora, oturmuş konuşuyoruz, ve morla lacivert arasında gösterişli laflara gerek olmadığını biliyoruz, susmuyoruz.

elimi çantaya atıyorum, paketi, sigarayı, çakmağı çıkarıyorum sırayla, paketi çantaya, sigarayı iki dudak arasına koyduktan sonra geriye sadece basit bir parmak hareketi yapmak kalıyor: çakmak. birkaç başarısız girişimin ardından rüzgara küfür etmek geçiyor içimden, etmiyorum, bugün herkes yanımda nasıl olsa diyorum, rüzgar bile, basit bir parmak hareketi, ve herkes yanımda. ilk nefesi çekerken mide bulandırıcı bir soru konuyor dizimin üstüne, kocaman gözlü, sıradan denilebilecek kadar koca gözlü, mide bulandırmıyor: cumartesi sokağının uygunadım insanları ve kalabalık arabaları sıradan bir sinek için nedir? zor soru, diyorum başımı rüzgara doğru çevirip, birlikte düşünüyoruz, sessizlik, dönüp soruya bakıyorum, sessizlik, bir an için göz göze geliyoruz, cevaplıyor kendini: tek yönlü kirli bir cam. anlamıyorum doğal olarak, tek yönlü bir şeyler geveliyorum, aldırmadan devam ediyor, içeriyi görebiliyorsun dışarıyı göremiyorsun, ya da tam tersi. şu anda neler olduğunu, kimlerle neler konuşulduğunu, konunun bir yere bağlanıp bağlanmayacağını, bağlanırsa bunun ne zaman olacağını kestirmeye çalışan iki üç parmak, çaktırmadan saçlarımda gezinirken, camın kirine takılma, diyor soru, o sadece dikkat dağıtmak için, zaten anlaşılmaz olan sohbet artık dikkatimi dağıtıyor, this is not a love song gibi, diyor, anladığımı söylüyorum, in a manner of speaking. soru birden uzaklaşıyor vızıldayarak, rüzgar, lafa karışmakta geç kalmasına aldırmadan, ben bir sineğim, ben sadece bir sineğim, diyor, utanmasa bağıracak, baştan beri tek bir söz bile dinlemediğimi itiraf ediyorum, tamamı deli saçması. kısa bir süre babacan bir tavırla esmiyor, ve sonunda dayanamayıp bağırıyor: anlat o halde! lacivertte gösterişli laflara gerek olmadığını biliyorum, utanıyorum. aklımın burada olmadığını, ondan boşalan alanı şu an başkasının kapladığını, aklımınsa muhtemelen eve vardıktan sonra adını tam olarak bilmediği bir kediyi okşayıp yatağa veya kanepeye uzandığını, ve belki şu sıralar kendinde kalanlarla ya da kaplanan alanlarla ilgili bir şeyler düşündüğünü, ve yine belki şu sıralar, adını tam olarak bilmediği aynı kedi tarafından düşüncelerinin ilgiyle tırmalandığını anlatıyorum. kalabalık vapurda sabırsızlıkla beni bekleyen uygunadım insanları daha fazla kızdırmadan karaya doğru uçuruyorum, utana sıkıla, vızıldayarak.

iskele henüz ortalıkta yoktu, beklemekten başka yapacak bir şey de yoktu, graffiti geldi gözlerinin önüne, sakindin sanki, yine de bakışlarını koyacak bir yer bulamadın, kimse fark etmedi, düşe yanaştıkça gözkapakları ağırlaşır, seninkiler kapandı, sayıkladın: "onu esmer, suskun bir kadın olarak getirdin gözlerinin önüne", devamını getiremedin, getirseydin, yani gözlerin açılıp susmasaydı... hadi be adam, hepimiz burada durmuş seni bekliyoruz, aç şu kapıyı, altıma yapmak üzereyim.