11 Kasım 2007 Pazar

6

bir süredir içimde bezelye şeklinde bir sıkıntı var. hararetli, hareketli bir sıkıntı değil bu, yayılmıyor, büyümüyor, ve henüz küçülmedi. karın boşluğuna kaçmış bir bezelye gibi, çürümeyen, şekil değiştirmeyen, yok olmayan bir bezelye (kes şamatayı).

bir oda ve o odada neden bulunduğunu bilmeyen biri, görünür hiçbir bağ olmamasına karşın kendini bağlanmış, tutsak edilmiş hisseden biri; onu bir yere bağlayan, bir duruma (ya da belki bir oluşa) esir eden hiçbir ip, hiçbir zincir olmadığını ona anlatmaya çalışan başka biri; bana kalırsa, esas tutsaklık bu ikinci kişiye ait, ya da umutsuzluk. çünkü anlatmak bir şeyleri göstermek demek, iyi veya kötü, doğru veya yanlış, birinci kişinin bambaşka bir şeyi görmesi ya da sadece gösterileni görmesi, bunlar önemli değil, anlatma ve dolayısıyla gösterme eylemi önemli olan, bu kadar. ama gösterilen şey görünmeyen bir şey ise, ya da şöyle diyeyim, etkileri hissedilen, sonuçları apaçık ortada olan, ama kendisi hiçbir zaman varolmamış ve varolmayacak bir şey ise, anlatmaktan hemen vazgeçmek gerek, çünkü bütün bu girişimin varacağı nokta ta en baştan belli: yara ve acı ve huzursuzluk ve öfke... çünkü ‘bağlı’ olan kişinin –eğer kişi yeterince açıksa- duyduğu ve gördüğü karşısında (ki bu, genellikle yalnızca kendisidir, yani kendisine gösterilen kendisi; zaten bütün bu içler acısı durumun kaynağı bundan başka bir şey değildir) hareketsiz kalması olanaksız, tanımlayamadığı bir rahatsızlıkla kıpırdanmak zorunda ve kıpırdandıkça varolmayan ya da apayrı köklerden fışkıran ‘bağları’ onu boğacak, sıkacak, acı çektirecek. o yüzden, daha henüz her şeyin başındayken, il’le başlayan herhangi bir sözcüğün içerdiği bir temasta bulunmamak gerek. fakat pek kolay değil elbette bu, başka şeylerin etkisi söz konusuysa eğer. evet, sevgi falan. bunlardan hiç bahsetmeyeceğim şimdi, lafı bulandırmaya gerek yok.

yani, ipler mipler, zincir, yok tutsaklık özgürlük, anlatmak, söz, vs, bütün bunlardan vazgeçip o kişiye bir makas vermek en iyisi, ya da duruma göre çekiç, balta, balyoz … bırak havayı kessin, biçsin, doğrasın, dövsün, bırak hayali iplerinden kurtulsun; bunca zaman sadece etkisini gördüğü şeyin resmini (bu etki bazen yalnızca bir duygudur, bazen de sadece boşluk, ya da boşluk duygusu) başkalarının tarifleriyle çizip buna bir ad vermiş, bırak bu yanlış adı yok etsin, düzeltmeye çalışma o adı ya da içeriğiini. çünkü bu adın yanlış olduğunu, bu etkinin başka bir şeyden kaynaklandığını, en azından kaynaklanıyor olabileceğini anlattığın zaman, iyi ihtimalle onun sözlüğünü paramparça etmiş oluyorsun, sarsıyorsun her şeyi, kötü ihtimalle ise onun sözlüğünün içeriği yine başkalarınca oluşturulmuş adlarından birine sahip oluyorsun (mesela, piç kurusu). bu yüzden bırak olmayan iplerini kessin, zincirlerini kırsın, nasılsa yoklar aslında ve olmadıkları için de bunlardan kurtulması birkaç saniye bile sürebilir; takınılabilecek en insanca davranış sanırım bu. sadece, hikayedeki badguy'lığa razı olmak ve ses çıkarmamak gerek, kısaca şöyle (bir klişe): madem illa ki bir piç kurusu olacaksın, gerçekten ol ve yalnızca bir kişinin olsun bütün bu yara, huzursuzluk, ne ise işte. ama bu da hiç kolay bir şey değil çoğu zaman, inandırıcılığı az. eminim duymuşsundur şunu, hatta senin ağzından da çıkmıştır muhtemelen: iyi biri ama… buradan sonrasını neyle doldurursan doldur.

ne anladım bütün bu safsatadan? hiçbir şey. ayrıca psikolojik determinizm hakkında da hiçbir bok bilmiyorum. bu yazıyla ilgisi var mı, onu da bilmiyorum. o yüzden hemen kesmek lazım, doksanüç varken ne buna ne de bana gerek vardı zaten. hadi sen de defolup git! nasıl olsa bu yazı bitiyor, nasıl olsa bezelye yerleştiği yere iyice kuruldu ve kıpırdamaya da hiç niyeti yok, ve nasıl olsa varacağımız yer yine burası, o yüzden defolup git. bak hakaret de edebilirim?

Hiç yorum yok: