11 Kasım 2007 Pazar

"93"

"ama aşk, ah bu sözcük... ahlakçı kesilen horacio, derinlemesine bir nedeni olmaksızın tutkulardan kuşku duyan, ne kadar sokak varsa, ne kadar ev, ne kadar kat, ne kadar oda, ne kadar yatak, ne kadar düş ve unutuş ya da ne kadar anı varsa onlarla anılan bir kentte, yolunu şaşırmış, her şeyi aşağılayan horacio. sevgilim, seni ne senin için seviyorum, ne benim için, ne de ikimiz için, seni seviyorum, çünkü kanım sana tutulmaya iteliyor beni, seni seviyorum, çünkü benim değilsin, çünkü öte yakadasın, başka bir yerden beni çağırıyorsun, atla diyorsun, tut, bul beni, ulaş, ama ben atlayamam, çünkü sahiplenme duygusunun derinlerine inersen, sen bende değilsin ki, sana ulaşamıyorum, bedenini aşıp geçemiyorum, gülüşünün ötesi neresi, bazı saatler var ki beni seviyor olman sarsıyor beni, şaşkınım (sevmek fiilini ne de kolay türden kullanıyorsun, yemeklere, çarşafların üstüne, otobüslere saldığın hava ve tat berbat), bana olan sevgin alt üst ediyor beni, çünkü bana köprü olmuyorsun, wright olsun le corbusier olsun, asla tek taraftan karaya bağlı bir köprü yapamayacaklar; öyle serçe gözlerinle bakma bana kuş kafa, senin için aşk basit bir iş, bir işlem, sen benden önce iyileşeceksin hem, her ne kadar benim seni sevdiğimden daha çok seviyor olsan da beni, böyle. tabi iyileşeceksin, kuşkum yok bundan, çünkü sağlıklısın sen, benden sonra başkası gelecek, giysi değiştirir gibi değiştireceksin sen de. öyle yapıyorlar. pasaport görevi üstlenecek bir aşk isteyen, geçit veren, dağlar aştıran, anahtar aşk, silah aşk, insana argus’un binlerce gözünü verecek olan, her yerde hazır ve nazır kılan, müziğin başladığı, duyulabildiği noktadan önceki sessizlik olan bir aşk, öyle bir kök ki, o uçtan sonra bir dil örülmeye başlanıyor; işte böylesi bir aşk isteyen horacio’dan bunları duymak ne kadar hüzün verici değil mi? ama ne saçma aslında bunlar, hepsi var sende, ama uykudalar, seni bir bardak suya daldırmak yeter, tıpkı yabangülü gibi, yavaş yavaş, yaprak yaprak fışkırsın çiçekler, yuvarlacık biçimler çıksın ortaya şişerek, güzellik gözüksün. bitimsiz vericisin sen, ben almayı bilmiyorum, bağışla. elmayı uzatıyorsun, bense dişlerimi konsolun üzerinde unutmuşum. stop! dur bakalım, böyle böyle derken. neyse. kabalık yapabilirim, bir düşünsene. ama iyi düşün, pek kolay değil öyle.

neden stop dedim? duygu üretmeye başlayacağımdan korktuğum için olacak, ne kolay, ne kolay. şu etajerden bir fikir çıkarıyorsun, kitap alır gibi, ötekinden bir duygu, hop, sonra sözcükler aracılığıyla, şu kara köpekler yardımıyla bağlıyorsun birbirine bunları, sonuçta da seni sevdiğim ortaya çıkıyor. kısmi toplam dersek: seni istiyorum, tamam mı. genel sonuç ise: seni seviyorum. arkadaşlarımın çoğu, bir amcayla iki yeğeni saymazsak, böyle yaşıyor, ötekiler ise eşlerini seviyorlar. sözden edime geçecek olursak, hep ileri, genellikle eylem yoksa ne varsa yok zaten. çoğu kişinin sevmek deyince aklına gelen şudur: bir kadını seçecek ve onunla evleneceksin. yemin ederim seçiyorlar kadını, gördüm! sanki aşkta seçim olurmuş gibi, sanki aşk insanı çarpıp ikiye bölen ve oracıkta kanını dondurup taş kesen bir şimşek değilmiş gibi. sen şimdi, seçiyorlar çünkü onu seviyorlar da ondan, diyeceksin, ben tam tersine inanıyorum. béatrice’i, juliette’i seçmiyorsun. bir konser çıkışı seni iliklerine kadar ıslatan yağmuru sen seçmiyorsun. odamdayım tek başıma, mürekkep yala bakalım katip, kara köpekler öç alıyorlar ellerinden geldiğince, masanın altında ısırıp duruyorlar beni. altında mı denir yoksa altından mı? aman neyse canım, ısırıyorlar işte. neden, neden peki, por que, why, warum, oturup kalmışım, şu kara köpek korkusu da ne? şu kara harflere bak, nasch’ın şu şiirinde arılara dönüşmüş. ya şunda, octavio paz’ın dizelerinde güneşin baldırları, yaz mevsiminin surları. ama hem marie, hem la brinvilliers olan kadın, aynı kadın bedeni. nefis bir günbatımını izlerken coşkuyla buğulanan gözler de aynı darağacında can veren birinin çırpınışlarından zevk alıyor gibi. mürekkep ne sözcük, pezevenkliğinden korkuyorum, dünyanın kıçını yalayıp duran diller denizi. senin dilinin altındaysa bal ve süt var. evet, ama ölü sineklerin en güzel parfümü bile kokutacağı söyleniyor. sözcüklere karşı savaş, hiçbir şey önünde gerilememek için savaş, hatta zekice denen şeyden vazgeçip, gidip patates kızartması ve reuter ajansı haberleriyle yetinmek basitçesine, saygıdeğer kardeşimin mektuplarıyla, sinema söyleşileriyle yetinmek. ilginç doğrusu, puthenham’ın sanki nesnelermiş, hatta hatta özel yaşamları olan canlılarmış gibi duyumsamış olması sözcükleri çok ilginç. ben de bazen dünyayı yiyecek garip karınca selleri yarattığım izlenimine kapılıyorum. ah roc kuşu sessizliğe yatsa ya, kuluçkaya… logos, parıltılı, yanlış. yaldızlı yanılgı. resimle, desenle, dansla, makrame örerek ya da çok soyut mimiklerle kendini anlatan bir kavim düşünün bir. imlerle anlatımdan kaçabilecek midir, imleme, hataların kökleri orada değil mi zaten? insanlık onuru, vs… evet, her cümlede kendi onurunu kıran bir onur, bakirler genelevi gibi, tabi böyle bir şey olabilseydi.

aşktan filolojiye geçtin canı çıkasıca horacio. morelli’de kabahat, sorumlusu o, yakanı bırakmıyor senin; tutturduğu girişim, kaybedilmiş cennete dönüş gibi görünüyor sana, zavallı, selülozla sarılı altın çağda barlarda gezinen cennetlik; this is a plastic’s age, man, a plastic’s age. unut şu kancıkları. geri çekil, çekil, düşüneceğiz, düşünmek nasıl oluyorsa, yani duyumsamak, görece kıyaslamak kendini, en ufak tümce ya da yan tümceye mahal bırakmadan önce yüz yüze gelmek. paris bir merkez, anlıyor musun, diyalektik filan demeden, bir uçtan bir uca katedilmesi gereken bir fermuar, içinde insanın iyicene kaybolmasını sağlayan formüllerin de bir işe yaramadığı labirent. o halde bir cogito, paris’i solumak, içine girmek, paris’i içine sokmak gibi, neuma evet, ama logos değil. ey sana bu denli güvendiğim arjantin, henüz çıkmıştım karaya, belli bir kültürü yeterince edinmiş (birazcık indirimle ama), her şeyin gerçekliği peşinde, her şeyde bir açıklık ve ince bir zevk arayarak, eh, insan türünü iyice öğrendim, sanatsal açıdan görülecek ne varsa görerek, örneğin roman ve gotik sanatını, felsefi akımları, siyasal tansiyonu, shell’i, della francesca ve anton weber’i, düzenlenmiş bir teknolojiyi, öğrendim hepsini, lettera 22 ve fiat 1500 ve XXIII. jean’ı filan. bravo, bravo, bravo sana. cerche-midi sokağında küçücük bir kitapçı dükkanı vardı, gökyüzü öylesine mavi, öylesine dingindi ki, akşam vaktiydi, paris balkonlarındaki çiçekler pisa kulesi gibi eğik, yerlere kadar, eylem’in ta kendisiydi (başlangıçta tabi); kendini insan sanan bir erkek vardı. ne aptallık, ne bitmez tükenmez enayilik! kitapçıdan çıktı o (şimdi iyice düşünüyorum da, bir metafor gibi sanki, sadece kitapçıdan çıkan kadınla…) iki söz ettik etmedik, bir bardak soğan kabuğu suyu içmeye gittik sévres-babylone’da bir kafeye (yeri gelmişken, metafor deyince ben ne ince mince porselen, cam çanak, yeni açmışım bavulu sepeti, HANDLE WITH CARE, ama o, babylone, zamanın kökleri kadın, gerisi sonra sonra, primeval being, başlangıç anının korkunç halleri ve tadı, tatları, atala romantizmi, ama ağacın ardında bekleyen gerçek bir kaplanla bu kez). işte böylece sévres, babylone’la çekip gitti bir bardak soğan kabuğu çayı içmeye; karşılıklı bakışıyorduk ve sanırım birbirimizi deli gibi istemeye başlamış olmamıza karşın (yok yok, daha sonra oldu bu, réaumur sokağında) yanlış anlamalarla, tersinden anlamalarla son buluyordu sözlerimiz, sonra ellerimiz kıpırdanmaya başladı, gözgöze bakışırken elleri okşamak ve gülümsemek güzeldi, sigaralarımızı diğerimizin ağzındaki biten sigaradan yakıyorduk, gözgöze geliyorduk yine, ayıptı ama her konuda hemfikirdik, dışarıda paris dansa kalkmış, bizi bekliyor, yeni adım atmışız paris’e, henüz doğmuşuz, oracıkta herşey adsız ve tarihsiz (hele babylone için, zavallı sévres çok gayret ediyordu, babylone’un gotik yapılara adını söylemeksizin bakış biçimiyle neredeyse çarpılmış, rıhtımlarda gezinişi, akış yönünün tersine giden norman şileplerine bakışı onu nehir boyu büyülemiş…). birbirimizden ayrıldığımızda, bir yaş gününü birlikte tatmış iki çocuk, anne babaları ellerinden tutup sürüklerken geriye dönüp birbirlerini bakışlarıyla izleyen iki çocuk, lulu birinin adı, öbürü tony, bu bile yeter yüreğin olgun bir şeftali gibi ballanmasına.

horacio, horacio.
ah bok herif! yeter, kes artık. neden olmasın peki? ben o zamanlardan söz ediyorum canım, sévres-babylone’dan, yoksa şu hüzünlü sözlerden değil, oyun bitmiş, oynanmış bir kez, biliyoruz bunu."

Hiç yorum yok: