bundan yaklaşık iki hafta önce, yani ‘muhabbet nobilmemkaç’ı yazdığım günlerde, ben daha bursa’dayken yaşandı aşağıdaki satırlar. ama yok, yaşandı denemez buna, henüz yaşanmadı, sen okurken yaşanıyor olacak ve metni okumayı bitirdiğinde de yaşanmış olacak. tam olarak böyle değil tabi, eksik biraz, ama bunu ifade etmenin daha kestirme bir yolu yok. hadi şunu da söyleyeyim: “ve sen metni okumayı bitirdiğinde yaşanmış olacak ve belki bunların yaşanmasının üstünden bir dakika geçtikten sonra aklında kalanlar kadar ya da anladığın kadar gerçekleşmiş olacak” bu olay. gerçek, gerçekleşmek. gerçekleşmek, garip sözcük. en azından ‘gerçek’ gibi değil. neyse.
şöyle başlıyor: akşam yemeği yeniliyor, afiyet olsun, kahve içiliyor, sigara, ve yaklaşık olarak bir yıldır ‘başka bir zamana saklanan’ bir öykünün okunma zamanı geliyor (çocukluğumdan beri bir alışkanlık bu; yemeğin en lezzetli kısmını en sona saklarım, bazen o kadar ‘saklarım’ ki soğur, donar, pörsür, lezzetsizleşir. insanlara da bunu yapmış olabileceğim düşüncesiyse uykularımı kaçırır, ya da duygulara… tavan arasında birkaç ceset var mıdır acaba? bir zamanlar bana aşık olan ve benim de –aşık olmasam da- ilgi duyduğum cesetler? evet bir zamanlar, ceset değillerdi bir zamanlar… varlar biliyorum. dehşetlerden dehşet beğen. ben de bir cesedim belki şu anda, belki mi, pekala öyleyim, başka bir tavan arasında doğru zaman için saklanıyorum edilgenlikle ve çürüyerek. ama uzatmaya gerek yok şimdi, başka biri neredeyse kusursuz bir biçimde anlatmıştı bunu, “unutulan” adı altında). odanın ışığını azaltıp, müzik ayarlamaya uğraşıyorum, aklımda charlie parker var ama o olmaz, ayinsel bir ortam yaratmaya gerek yok şimdi. komik. jacques brel şarkılarından oluşan yaklaşık bir buçuk saatlik bir liste hazırlıyorum ve dönerkoltuğa oturup kitabı açıyorum. hoparlörlerde ces gens la titreşmeye başlıyor ve okuduğum öykü, birkaç saniye sonra şu cümlelerle yaşamını sürdürüyor:
““Bunu hiç anlamayacaklar,” dedi bana. “Tüy takmış maymun gibiler, Kansas konservatuarındaki, Chopin çaldıklarını sanan kızlar gibi. Dinle Bruno, Camarillo’da beni üç hastayla birlikte aynı odaya koymuşlardı, sabahları odaya yeni yıkanmış, akpak, sevimli bir stajyer doktor giriyordu. Kleenex’le Tampax’ın birleşmesinden doğmuştu sanki, inan bana. Koca bir budalaydı. Yanıma oturur, yüreklendirici sözler söylerdi bana; oysa ben artık ne Lan’ı ne başkasını düşünüyor, yalnızca ölmek istiyordum. En kötüsü de adamın ona dikkat etmiyorum diye alınmasıydı. Temiz yüzüne, itinayla taranmış saçlarına ve bakımlı tırnaklarına hayran olup yatağımda oturarak onu dinlememi bekliyordu galiba; Lourdes’a gidip bastonlarını atarak havalara sıçrayan sakatlar gibi iyileşeceğimi sanıyordu…
İşte bu adam ve Camarillo’daki tüm öteki adamlar inanmışlardı. Neye inanmışlardı, bilmek istiyor musun? Ben bilmiyorum, yemin ederim, fakat inanmışlardı. Herhalde kendilerine, diplomalarına, değerlerine. Hayır, tam olarak ifade edemiyorum. Bazıları alçakgönüllüydü, kendilerini yanılmaz sanmıyorlardı. Fakat en alçakgönüllüsü bile kendinden emindi. Beni en çok sinirlendiren de buydu Bruno, kendilerinden emin olmaları. Neden emindiler söyler misin bana? Oysa öteki tarafta ben, başında bin türlü dert olan zavallı ben, her şeyin bir pelteye benzediğini, etraftaki her şeyin titrediğini hissedecek kadar bilinç sahibiydim; biraz dikkat etmek, biraz oturup kulak vermek, susup dinlemek yetiyordu delikleri bulmak için. Kapıdaki, yataktaki delikleri. Elimizdeki, gazetedeki, zamandaki, havadaki delikleri; her şey delik dolu, sünger gibi, kendi kendisini süzen bir süzgeç gibi… Fakat onlar amerikan bilimiydi, anlıyor musun Bruno? Beyaz gömlekleri onları deliklerden koruyordu; hiçbir şey görmüyorlardı, başkaları tarafından önceden görülmüş olanı kabul ediyorlar ve gördüklerini sanıyorlardı. Ve delikleri göremiyorlardı doğal olarak, ve kendilerinden çok emindiler, reçetelerine, iğnelerine, lanet olası psikanalizlerine, ‘sigara içmeyin’, ‘içki içmeyin’lerine tümüyle inanmışlardı… Ah, oradan defolup gitmek, bir trene atlamak, her şeyin arkaya doğru gittiğini, parçalandığını görmek camdan; arkaya bakıp uzaklaşmasını izlediğinde manzaranın nasıl parçalandığını hiç gördün mü bilmiyorum…”
Gauloises içiyoruz. Johnny’nin biraz konyak ve sekiz-on sigara içmesine izin vermişler. Fakat belli ki bedeni içiyor sigarayı, kendisi başka bir yerde, karanlık kuyudan çıkmak istemiyormuş gibi neredeyse. Son günlerinde neler gördü, neler hissetti merak ediyorum. Onu heyecanlandırmak istemiyorum, ama kendiliğinden konuşmaya başlasa… Sessizce sigaralarımızı içiyoruz, arada bir Johnny kolunu uzatıp parmaklarını yüzümde gezdiriyor, kim olduğumu anlamak istermişçesine. Daha sonra kol saatiyle oynuyor, sevgiyle bakıyor bana.
“Olay şu: aslında kendilerini bilgin sanıyorlar,” diyor ansızın. “Bir sürü kitabı bir araya getirerek okuyup yuttukları için kendilerini bilgin sanıyorlar. İçimden gülmek geliyor çünkü sonuç olarak hepsi de iyi çocuklar, öğrendikleri ve yaptıkları şeylerin çok derin ve zor olduğuna inanmış olarak yaşıyorlar. Bir sirkte de böyledir Bruno, aramızda da. İnsanlar bazı şeyleri, yapılabilmesi en zor şey olarak görürler, onun için de trapezcileri ya da beni alkışlarlar. Ne sanıyor bu insanlar anlamıyorum, iyi çalmak için bir müzisyenin kendini parçaladığını mı, yoksa bir trapezcinin her atlayışta kaslarını incittiğini mi? Oysa gerçekte zor şeyler bambaşka, insanların her an yapabildiklerini sandıkları şeyler bunlar. Örneğin bir köpeğe ya da bir kediye bakmak ve onları anlamak. Zorluk, büyük zorluk bunlar işte. Dün gece şu küçük aynada kendime bakmak geldi aklıma, yemin ederim sana öyle zor oldu ki, neredeyse kendimi yataktan yere atacaktım. Düşünsene, kendi kendine bakıyorsun, yalnızca bu, insanı yarım saat dehşet içinde bırakmaya yeter. Gerçekte bu adam ben değilim, ilk anda, ilk bakışta ben olmadığımı açıkça anladım, onu beklenmedik bir biçimde, bir rastlantı olarak yakalamıştım ve biliyordum ki bu ben değildim. Bunu hissediyordum ve insanın içinde böyle bir his olunca… Fakat bu Palm Beach plajındaki gibi, bir dalga çarpıyor sana, ikinci bir dalga, bir dalga daha… tam birini hissediyorsun ki öteki geliyor, yani öteki sözcükler… hayır, hayır sözcükler değil, sözcüklerin içinde olan bir tür tutkal, bir tür salya. Ve salya üstüne gelerek seni kaplıyor ve aynadakinin sen olduğuna inandırıyor seni. Doğru, ama nasıl fark etmezsin ki. Fakat doğru, bu benim, bunlar benim saçlarım, bu yara izi de benim. İnsanlar, kabul ettikleri tek şeyin salya olduğunu anlamıyorlar, bu yüzden aynaya bakmak onlara çok kolay geliyor. Ya da bir ekmek parçasını bıçakla kesmek. Sen hiç bir ekmeği bıçakla kestin mi Bruno?”
“Arada bir keserim” dedim, sözleri eğlendirmişti beni.
“Ve bu seni hiç etkilemedi öyle mi? Ben yapamıyorum Bruno. Bir gece bıçakla ekmeği öyle uzağa fırlattım ki bıçak neredeyse yan masadaki Japon adamın gözünü çıkartıyordu. O sıralar Los Angeles’taydım, müthiş bir olay oldu bu… Onlara durumu anlattığımda beni içeri attılar. Bana göre çok basit, fakat onlara nasıl anlatmalı?”
Eliyle bir çizgi çizdi havada, her yeri elleyip, her yerde iz bırakarak. Gülümsüyor. Bana öyle geliyor ki yalnız, yapayalnız. İçim boşalmış bir biçimde oturuyorum yanında. Eğer Johnny’nin aklına beni eliyle ikiye bölmek gelse, beni tereyağı ya da duman gibi yarabilir. Belki de arada bir parmaklarını ihtiyatla yüzüme değdirmesinin nedeni budur.
“Ekmek orda, örtünün üstünde,” diyor Johnny havaya bakarak. “Sert bir nesne olduğu yadsınamaz, çok güzel bir rengi ve kokusu var. Bu ben değilim, bu benden başka, benim dışımda bir şey. Fakat eğer onu ellersem, eğer parmaklarımı uzatıp onu yakalarsam o zaman değişen bir şey oluyor, sence de öyle değil mi? Ekmek benim dışımda, fakat parmaklarımla onu elliyorum, onu hissediyorum, onun dünyanın kendisi olduğunu hissediyorum, öyleyse onun tam anlamıyla başka bir şey olduğu söylenebilir mi?”
“Sevgili dostum, binlerce yıldır bir sürü sakallı adam bu sorunu çözmek için kafa patlatıyor.”
“Ekmek günün ışığı,” diye fısıldıyor Johnny yüzünü kapatarak. “Ve ben onu ellemeye, onu ikiye bölmeye, onu ağzıma koymaya cüret ediyorum. Biliyorum bir şey olmuyor; korkunç olan da bu ya. Bir şey olmamasının korkunç olduğunu anlıyor musun? Ekmeği kesiyorsun, bıçağı böğrüne batırıyorsun ve her şey eskisi gibi sürüyor. Ben anlamıyorum Bruno.”
Johnny’nin yüz ifadesi ve heyecanı beni korkutmaya başladı. Ona cazdan, anılarından, tasarılarından söz ettirmek, onu gerçeğe geri getirmek giderek zorlaşıyor. (Gerçek; yazar yazmaz iğreniyorum bu sözcükten. Johnny haklı, gerçek bu olamaz, caz eleştirmeni olduğum gerçek olamaz, çünkü eğer öyleyse birisi bizimle dalga geçiyor. Diğer taraftan insan Johnny’nin dümen suyuna kaptırmamalı kendini yoksa herkes birden çıldırabilir.)
Şimdi uyuyakaldı, ya da en azından gözlerini kapattı uyuyormuş gibi yapıyor. Yaptıklarını anlamanın ne denli zor olduğunu bir kez daha fark ediyorum; Johnny nedir, Johnny kimdir? Uyuyor mu, uyuyormuş gibi mi yapıyor, yoksa uyumak mı istiyor? İnsan diğer arkadaşlarına kıyasla Johnny’ye çok daha yabancı, onun çok daha dışında. Hiç kimse daha adi, daha sıradan, zavallı bir yaşamın koşullarına daha bağlı olamaz; görünüşe göre her bakımdan ulaşılabilir. Görünüşe göre asla kuraldışı değil. Herhangi biri Johnny olabilir; hasta, kötü alışkanlıkları olan, şiir ve yetenek dolu iradesiz bir zavallı olmayı kabul ettiği sürece. Görünüşe göre. Ben ki ömrümü dehalara hayranlık duyarak geçirdim, örneğin Picasso’lara, Einstein’lara, herkesin bir dakika içinde hazırlayacağı kutsal listedekilere (Gandhi ve Chaplin ve Stravinsky), herkes gibi kabul etmeye hazırım, bu olağanüstü kişiler bulutların üstünde yol alırlar, onların yaptıkları bizi şaşırtmamalıdır. Onlar farklıdır, bunu herkes bilir. Oysa Johnny’nin farklılığı gizli, gizemi kızdırıyor insanı çünkü hiçbir açıklaması yok. Johnny bir deha değil, hiçbir şey keşfetmedi, binlerce siyah ve beyaz gibi caz müziği yapıyor; gerçi herkesten iyi müzik yapıyor ancak kabul etmek gerekir ki, bu biraz da seyircilerin zevkine ve modaya, dolayısıyla zamana bağlı. Örneğin Panassié, Johnny’yi kesinlikle kötü buluyor, oysa biz kesinlikle kötü olanın Panassié olduğunu düşünüyoruz, dolayısıyla bu tartışmaya açık bir konu. Tüm bunlar Johnny’nin başka bir dünyaya ait olmadığını gösteriyor, ancak tam bunu düşünür düşünmez kendi kendime Johnny’de başka bir dünyaya ait bir şeyler olup olmadığını soruyorum (başta Johnny’nin kendisi bilmiyor bunu). Kendisine söyleselerdi çok eğlenirdi herhalde. Onun ne düşündüğünü, bu şeyleri nasıl algıladığını ben çok iyi biliyorum. Bu şeyleri diyorum, nasıl algıladığını diyorum, çünkü Johnny… Neyse geçelim bunları, benim kendi kendime anlatmak istediğim şu: Johnny’yle aramızda bulunan uzaklığın belli bir açıklaması yok, anlatılabilir farklılıklara dayanmıyor. Bizim kadar onu da etkileyen bu durumun sonuçlarının bedelini ilk önce ödeyen de o. Johnny’nin insanlar arasında bulunan bir melek olduğunu söylemek geliyor içimden, ancak temel bir dürüstlük duygusu bu cümleyi geri çekmeye, onu güzelce değiştirmeye ve şunu kabul etmeye zorluyor kişiyi: Belki de Johnny meleklerin arasında bir insan, gerçekdışı olan tüm bizlerin içinde tek gerçek. Belki de bu yüzden Johnny parmaklarıyla yüzümü elleyerek kendimi bu denli mutsuz, bu denli saydam, sağlığım, evim, karım ve saygınlığımla bu denli küçük hissetmeme neden oluyor. Özellikle de saygınlığımla. Evet, saygınlığımla.
Ama her zamanki gibi oldu; hastaneden çıkıp sokağa adım atar atmaz, günlük yaşantıma geri döner dönmez her şey değişti. Zavallı Johnny, ne denli dışında gerçeğin! (evet evet, bu böyle! Şimdi bir kafede otururken ve hastaneyi ziyaret edişimin üstünden iki saat geçtikten sonra, bunun böyle olduğuna inanmak, kendime karşı biraz daha samimi olabilmek için zorlanarak yazdığım yukarıdaki satırlara inanmaktan daha kolay geliyor bana.)””
kendimi duvarlara vurmak istiyorum! ne johnny ne de bruno bunu söyleyen, ben söylüyorum: kendimi duvarlara vurmak istiyorum. tecrit edilmiş sınırsız bir coşku bu. ces gens la, repeat, brel salyalar’a vurgu yapıyor, ben duvarlar’a. evet, sınırsız, evet, tecrit.
e.b’yi arıyorum: “n’aber?”, “iyi be abi n’olsun, nip-tuck izledim şimdi de freud çalışıyorum” diyor, kahkaha atıyorum “ooo muhteşem olmuş, kombo!”, “gülme lan, çok daraldım zaten” deyip gülüyor, “tv’de bolivya-arjantin maçı var, messi benim hareketi yaptı yine” diyorum, tv açık ama sesi kapalı, genellikle böyledir, arada bir ekrana bakıyorum, “izleyemem şimdi be abi, çalışmam lazım”, “çalışmak lazım” diyorum, “evet, çalışmak lazım”.
çalışmak lazım lazım olmasına da, ben ne ne çalıştığımı biliyorum ne de ne düşündüğümü. hep bir an gerideyim. mesela bundan hemen önceki cümle bana ait değil. bundan hemen önceki cümlenin bana ait olmadığını söyleyen bundan hemen önceki cümle de bana ait değil. yakaladığım cümlenin sonrasındaki cümleyi yazıyor oluyorum her zaman. işte, bir tane daha. bir tane daha geçti işte bir tane daha diyerek. hep böyle bu, herşey için geçerli: insana ait.
yaklaşık olarak bir ay sonra okunacak bir kitaptan alıntı:
“bu yüzden freud, hastalarına -ve okurlarına- iki faydalı paradoks sunmuştur. birincisi, kişinin kendi kendisine bir sırrını açıklamasının tek yolu, onu bir başkasına söylemesidir.
ikincisi, insan sadece başkalarının sağır (dinlemeye gönülsüz ya da kifayetsiz) olduğu oranda delidir (anlaşılmazdır).”
kendimi duvarlara vurmak istiyorum! arzu bu. aklıma başka bir kitaptan başka bir metin geliyor; delikler, ekmek, bıçak, gün ışığı, dünya, tavan arası, ah rosario, delikleri hatırlıyor musun (rosario da kim be?), sırılsıklam bir yaz günü galata’dan karaköy’e inerken bu delikler pencerelerdi. ekmek diyor johnny, ekmek! (“Sert bir nesne olduğu yadsınamaz, çok güzel bir rengi ve kokusu var. Bu ben değilim, bu benden başka, benim dışımda bir şey. Fakat eğer onu ellersem, eğer parmaklarımı uzatıp onu yakalarsam o zaman değişen bir şey oluyor, sence de öyle değil mi? Ekmek benim dışımda, fakat parmaklarımla onu elliyorum, onu hissediyorum, onun dünyanın kendisi olduğunu hissediyorum, öyleyse onun tam anlamıyla başka bir şey olduğu söylenebilir mi? “Ekmek günün ışığı,” diye fısıldıyor Johnny yüzünü kapatarak. “Ve ben onu ellemeye, onu ikiye bölmeye, onu ağzıma koymaya cüret ediyorum. Biliyorum bir şey olmuyor; korkunç olan da bu ya. Bir şey olmamasının korkunç olduğunu anlıyor musun? Ekmeği kesiyorsun, bıçağı böğrüne batırıyorsun ve her şey eskisi gibi sürüyor. Ben anlamıyorum Bruno.”) kitabı bulup, sayfaları karıştırıyorum, ve:
“ 7
dudaklarına dokunuyorum senin, kenarlarını çiziyorum tek parmağımla, sanki benim elimden çıkmış ağzın, sanki ilk kez aralanıyor; gözlerimi kapamam kafi, her şey yeniden, yeniden başlıyor elimin altında, her seferinde bir başka ağız doğuyor istediğim türden, elimin seçip yüzüne yerleştirdiği nice ağız arasından seçilmiş bir ağız bu, seçen benim, kendi ellerimle yüzüne çizivermek için olanca özgür, ben seçtim; nasıl olduğunu anlayamadığım bir rastlantı sonucu olarak, elimin altında çiziktirdiğim ağza tıpatıp uyan bir ağız oluyor seninki.
bana bakıyorsun, çok yakından, gitgide yaklaşıyor yüzün, seyrediyorsun beni, tepegözüz sanki, gözlerimiz büyüdükçe büyüyor, iki göz üst üste gelerek tek göz oluyor: tepegözler birbirine bakmakta, solukları birbirine karışmış, ağızlar buluyor yekdiğerini, dudaklar sıcacık, kavgada, dil düşlere henüz dokunmuş, bir sessizlik dil üzerinde, bir eski koku, mis gibi, ağır bir hava dolanıp duruyor. o an işte, ellerim dalıyor saçlarına, derinlerini okşuyor ağır ağır, ikimizin de ağzı çiçek ve balık dolu sanki, sarmaş dolaş öpüşüyoruz, hızlı hızlı, derin duyumlarla. ısırıyorsak eğer, acısı tatlı, birbirine karışmış soluklarımız içerisinde, sönüp gidiyorsak eğer, dönüşüyorsak kısa ve korkunç bir boğuluşla ölüme, bu anlık ölüm güzel. tek bir tükürük, tek bir olgun meyve tadı; yapışmışsın bana, duyuyorum titremelerini, tıpkı suda titreşen ay gibi…”
hiçbir şey olmuyor, herşey eskisi gibi sürüyor; yatıp uyuyacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder