sıcak bir haziran gecesi, istemeden bağlı olduğu bakımsız devlet hastanesinin kardiyoloji servisinin perdelerle ayrılmış yoğun bakım odalarından birinde yatıyordu. her bakımdan sıkıcı bir yerde, sıkıcı bir konumdaydı. sağlık durumu da pek iç açıcı sayılmazdı. şikayet etmiyordu. ses tonundan işinde yetkin olduğu anlaşılan doktor, tam olarak saat 04:23’te ona öldüğünü bildirdi ve arkasına bakmadan odayı terk etti. hemşireler de bazı cihazları kapattıktan ve bazılarını da iterek odadan çıkardıktan sonra, bu kabullenilmesi zor durumu kabullenmesi ya da en azından buna alışması için onu bir süreliğine yalnız bırakmaya karar verdiler ve arkalarına bakmadan odayı terk ettiler. duyduklarına inanmak istememesi onu şaşırtmadı.
birkaç saat sonra, iki akrabası ve karısıyla birlikte hastaneye gelen tek arkadaşı, onu leş gibi kokan morgda ziyaret ettiler. ellerindeki kağıt mendilleri değişik bir 'geçmiş olsun' hediyesi olarak yanlarında getirdiklerini sandı ama bu küçük grubun dörtte üçünün gizlice iç çekmeye çalıştığını ve tek arkadaşının hıçkıra hıçkıra ve göğsünü hafif hafif yumruklayarak ağladığını görünce kağıt mendillerin kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığını anladı. bir ara onları teselli etmek, üzülecek bir şey olmadığını onlara söylemek geçti içinden ama sesini çıkarmadı. hoş bir yer sayılmazdı burası açıkçası ve keyfi de yerinde değildi. daha önce defalarca gördüğü bu dört şahıs, birbirlerine sarılarak ve birbirlerini teselli ederek morgu terk ettiler. bir an için yalnız kaldığına sevindi sanki ama kapanan bir kapağın sesi onu karanlığa gömünce sevince benzeyen bu duygu yok oldu ve pek de derin sayılamayacak düşüncelere daldı. bundan hiç hoşlanmadı. şikayet etmedi. şikayet etmekten de hoşlanmazdı.
ölüm ilanının hangi gazetede yayınlanacağını düşüncesinden kendini alamıyordu. yüksek tirajlı bir gazete olsa iyi olurdu. otuzdört yıl boyunca hemen hemen her gün aldığı gazetede adını gördüğünü hayal etti. bu daha iyiydi. gazetelerdeki ölüm ilanlarını, şimdiye kadar hiç okumadığını fark etmedi. şimdi de okuduğu söylenemezdi. otuzdört yıl boyunca aldığı gazeteyi hiç okumamıştı. fark etmedi. yaptığı pilavlar geldi aklına, kimi lapa olmuştu, kimi diri, bazen dibini tutturduğu da olmuştu: tencerenin kapağını kaldırıyor, gazetenin iki sayfasını katlayıp tencerenin ağzına koyuyor ve kapağı kapatıyordu: otuzdört yıl boyunca pişirdiği bütün pilavlarda bu gazetenin payını yadsıyamazdı, yattığı yerden. soğuyan ve biraz da şişen kafasında evirip çevirip o kadar çok düşündü ki bunları, geçen zamanda neler olduğunu anlamaya fırsat bulamadı. yüksek tirajlı bir gazetenin 22 haziran tarihli ölüm ilanları sayfasının sağ alt köşesinde bir kez daha ölmüştü. bu ölümü hastanedekinden daha masrafsızdı üstelik. yine de hiç kimse öldüğünü kabullenemiyordu, henüz kimse bu fikre alışabilmiş değildi; hiç değilse, o öyle tahmin ediyordu, herkesin onu öldürmek için her türlü insani çabayı sarf etmesine aldırmadan. gazete ve ölüm ilanını bu kadar dert etmeseydi, onu yıkayan adama bunları anlatabilirdi. anlatmadı. anlatmaya başlasaydı, muhtemelen sıkılıp susardı ve bu midesiz adamın öğleden hemen önce yediği lahmacun hakkında gereksiz bir sohbete girişmek zorunda kalırdı ister istemez. böylece, birlikte susarlardı. tabi başka şekillerde.
ikindiyi müteakip namazı kılındıktan sonra onu dört bir koldan aceleyle mezarlığa taşıdılar. sarsıntıdan ve ter kokusundan biraz rahatsız olmuştu. şikayet etmedi. tanıdığı herkes gelmişti. yirmiüç kişi. ve bir de imam. en zoru, mezarlıktaki bu dakikalardı onun için: her şey o kadar kusursuz, o kadar planlıydı ve herkes yapması gerekenleri o kadar iyi yapıyordu ki, henüz çukura girmeden öldüğüne inandı, iki-üç saniyeliğine. ağlayanların sayısı biraz azalmıştı, iç çekense kalmamıştı. kabrine indirdiler, iki kürek ve düzensiz bir sırayla üzerini toprakla kapadılar. birkaç kere elle toprak atacak kadar duygusallaşanlar da oldu, ama bu ruh hali kısa sürüyordu. artık muhtemelen arkalarına bakmadan töreni terk etmeye başlamışlardı ya da sadece bu kadarı yeterliydi ve arkalarında bakacak bir şey de yoktu. ayak seslerini belli belirsiz duyabiliyordu, imam da şu sıralar dua ediyor olmalıydı. öldüm sonunda, dedi kendi kendine. kendi kendime öldüm sonunda dedim, dedi kendi kendine. kendi kendimi bu lanet çukura kapattım, itiraz bile etmedim, dedi, ve kendi kendime öldüm sonunda dediğimi duydum. imam, işini bitirip gitmişti, hava bir anda bozmuştu, karanlık üstüne kapanmış, serinlik çökmüştü, toprağın nemini dizlerinde duyumsayabiliyordu, kefen de biraz kaşıntı yapıyordu; şikayet etmedi ve hiç beklenmedik bir anda, ansızın, öldü.
birkaç saat sonra, iki akrabası ve karısıyla birlikte hastaneye gelen tek arkadaşı, onu leş gibi kokan morgda ziyaret ettiler. ellerindeki kağıt mendilleri değişik bir 'geçmiş olsun' hediyesi olarak yanlarında getirdiklerini sandı ama bu küçük grubun dörtte üçünün gizlice iç çekmeye çalıştığını ve tek arkadaşının hıçkıra hıçkıra ve göğsünü hafif hafif yumruklayarak ağladığını görünce kağıt mendillerin kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığını anladı. bir ara onları teselli etmek, üzülecek bir şey olmadığını onlara söylemek geçti içinden ama sesini çıkarmadı. hoş bir yer sayılmazdı burası açıkçası ve keyfi de yerinde değildi. daha önce defalarca gördüğü bu dört şahıs, birbirlerine sarılarak ve birbirlerini teselli ederek morgu terk ettiler. bir an için yalnız kaldığına sevindi sanki ama kapanan bir kapağın sesi onu karanlığa gömünce sevince benzeyen bu duygu yok oldu ve pek de derin sayılamayacak düşüncelere daldı. bundan hiç hoşlanmadı. şikayet etmedi. şikayet etmekten de hoşlanmazdı.
ölüm ilanının hangi gazetede yayınlanacağını düşüncesinden kendini alamıyordu. yüksek tirajlı bir gazete olsa iyi olurdu. otuzdört yıl boyunca hemen hemen her gün aldığı gazetede adını gördüğünü hayal etti. bu daha iyiydi. gazetelerdeki ölüm ilanlarını, şimdiye kadar hiç okumadığını fark etmedi. şimdi de okuduğu söylenemezdi. otuzdört yıl boyunca aldığı gazeteyi hiç okumamıştı. fark etmedi. yaptığı pilavlar geldi aklına, kimi lapa olmuştu, kimi diri, bazen dibini tutturduğu da olmuştu: tencerenin kapağını kaldırıyor, gazetenin iki sayfasını katlayıp tencerenin ağzına koyuyor ve kapağı kapatıyordu: otuzdört yıl boyunca pişirdiği bütün pilavlarda bu gazetenin payını yadsıyamazdı, yattığı yerden. soğuyan ve biraz da şişen kafasında evirip çevirip o kadar çok düşündü ki bunları, geçen zamanda neler olduğunu anlamaya fırsat bulamadı. yüksek tirajlı bir gazetenin 22 haziran tarihli ölüm ilanları sayfasının sağ alt köşesinde bir kez daha ölmüştü. bu ölümü hastanedekinden daha masrafsızdı üstelik. yine de hiç kimse öldüğünü kabullenemiyordu, henüz kimse bu fikre alışabilmiş değildi; hiç değilse, o öyle tahmin ediyordu, herkesin onu öldürmek için her türlü insani çabayı sarf etmesine aldırmadan. gazete ve ölüm ilanını bu kadar dert etmeseydi, onu yıkayan adama bunları anlatabilirdi. anlatmadı. anlatmaya başlasaydı, muhtemelen sıkılıp susardı ve bu midesiz adamın öğleden hemen önce yediği lahmacun hakkında gereksiz bir sohbete girişmek zorunda kalırdı ister istemez. böylece, birlikte susarlardı. tabi başka şekillerde.
ikindiyi müteakip namazı kılındıktan sonra onu dört bir koldan aceleyle mezarlığa taşıdılar. sarsıntıdan ve ter kokusundan biraz rahatsız olmuştu. şikayet etmedi. tanıdığı herkes gelmişti. yirmiüç kişi. ve bir de imam. en zoru, mezarlıktaki bu dakikalardı onun için: her şey o kadar kusursuz, o kadar planlıydı ve herkes yapması gerekenleri o kadar iyi yapıyordu ki, henüz çukura girmeden öldüğüne inandı, iki-üç saniyeliğine. ağlayanların sayısı biraz azalmıştı, iç çekense kalmamıştı. kabrine indirdiler, iki kürek ve düzensiz bir sırayla üzerini toprakla kapadılar. birkaç kere elle toprak atacak kadar duygusallaşanlar da oldu, ama bu ruh hali kısa sürüyordu. artık muhtemelen arkalarına bakmadan töreni terk etmeye başlamışlardı ya da sadece bu kadarı yeterliydi ve arkalarında bakacak bir şey de yoktu. ayak seslerini belli belirsiz duyabiliyordu, imam da şu sıralar dua ediyor olmalıydı. öldüm sonunda, dedi kendi kendine. kendi kendime öldüm sonunda dedim, dedi kendi kendine. kendi kendimi bu lanet çukura kapattım, itiraz bile etmedim, dedi, ve kendi kendime öldüm sonunda dediğimi duydum. imam, işini bitirip gitmişti, hava bir anda bozmuştu, karanlık üstüne kapanmış, serinlik çökmüştü, toprağın nemini dizlerinde duyumsayabiliyordu, kefen de biraz kaşıntı yapıyordu; şikayet etmedi ve hiç beklenmedik bir anda, ansızın, öldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder