ne kadar oldu? bu samimiyetsiz filmi kaç yıl önce izledim ilk defa? dört yıl? beş? o zamana kadar izlediğim en romantik şeydi. ama aradan geçen kısa sayılabilecek sürede ne kadar değişmiş film, hayal kırıklığına uğradım ve uzun zamandır dün geceki kadar sıkılmadım. yine de sonuna kadar sesimi çıkarmayıp izledim: bir zamanlar sevmiştim, hem de öyle böyle değil, ve şimdi öfleyip pöfleyip kapatamazdım ki pat diye, kapatıp arkamı dönemezdim; izledim. sonuna kadar. gençlik hatalarıyla dolu elbette gençlik, ama bir türlü anlayamıyorum şimdi, nasıl ‘en romantik şey’ diyebildiğimi çözemiyorum. can da sıkılmaz ki canım böyle dandikliklerle. mesela çok satan bir kendiniyapankadın dergisinde (alınganlığa gerek yok; yapmak, merhametin okşadığı bir sözcük burada) yer alan bir yemek tarifine dönüşebilir pekala bu sıkıntı; başlığı da şu olabilir: “aşık olamıyor musunuz? işte size aşkın kusursuzluğuyla kuşatılmış bir gün!”.
gerekli malzemeler:
-meydanları, heykelleri, köprüleri, ve nezih yolüstü kafelerinin bolca bulunduğu, pek kalabalık olmayan ve ortasından hem tramvay hem de nehir geçen bir şehir.
-bir tren ve seyahat. (europe?)
-bulunduğunuz vagonda, pek anlamadığınız bir dilde kavga ederek size kadın/erkek ve ilişki temalı tonlarca boş cümle kurma fırsatı verebilecek referans bir çift.
-bulunduğunuz vagonda, sizden biraz daha geride oturan aptal, sevimli, serseri görünüşlü ama kibar, ertesi gün denizaşırı ülkesine dönmek zorunda olduğu için bıraktığınız anda bulaşmayacağı garanti olan seksi bir adam. (ethan hawke olması önerilir bu adamın, ama elinizde yoksa benzer bir malzeme de kullanabilirsiniz, her yerde var)
-şehri birlikte turlarken çeşitli yerlerde karşınıza çıkması için yüzyıllardır sahte romantikler tarafından kullanılmaya alışmış birtakım ilgi çekici ve çapulcu(!) karakterler. (keman-akordeon ikilisi, el falı bakan zeki bir çingene, sefil şair, sokakta gösteri yapan bir dansöz, vb)
-ve son olarak, her şeyin yolunda gitmesini sağlayacak şans. (bunu dert etmeyin, şans sizin yanınızda olacak! mesela bir bara girip iki üç kelimeyle bedava içki alabilirsiniz iyi kalpli bir barmenden. ne de olsa bu sizin acınası hayal gücünüz!)
böyle zaman kaybı olur mu? hangisine üzüleyim karar veremiyorum; ilk izleyişim ve ardından birkaç gün hissettiğim o yoğun ve yapay aşk duygusuyla geçen süreye mi, yoksa dün gece harcadığım süreye mi. “bütün dünyan yalan, bildiğin herşey sahte tatlım” diye bağırsam da işe yaramaz artık, ama bağırdım. ne oldu? nasılsa günbatımından önce buluştular, kendi ölü denizlerinde yüzüyorlar, huzur içinde ve kendilerine rağmen. uzatayım mı biraz daha sapına kadar hesaplı sözcüklerle? sıkıcı olsun istiyorum bu yazı, eğlenceli değil. başarabiliyor muyum, orası meçhul. neyse, ne diyecektim, hah: sözcükler ve kendininki de dahil tüm sözcükleri içinde barındıran dünya (uzay ve onun içine tıkıştırdığın diğer tüm sözcükler de çalışma masanın üstünde boyunlarını bükmüş duruyorlar) ve mantık ve hakikat hakkında bir şeyler (şimdiden başlamış olmalı sıkıntı). ama vazgeçmek üzereyim: insanın kendiliğinden bilemeyeceği bir şey var; ve o şey, hiçbir bok bilmediğini kendine itiraf etmesini ve sadece bu itirafın ona sağladığı sınırsız olanağı (kendisi, ve dünyanın kendisi başta olmak üzere, içindeki bütün sözcükler gibi) görmesini engelliyor. ancak bu itiraftan sonra gerçekten emeklemeye başlayabilir insan, yürüyebilir, ölebilir (stockholm’e selam). öteki türlüsü yalan; ve pekala mantık, bunun baş aracı olabilir. onun yolları daima ya doğruya (true) ulaştı ya da yanlışa (false), hakikate (truth) değil (fe101). kelimeler, nesneleri göstermediler asla, ya da şeyleri; yalnızca kendilerini gösterdiler, ve gözlerin sana ait, gördün mü? hakikat başka bir yerdedir, uzaktadır, hiçbir şey bilmediğini söylemeni beklemektedir kendine; zaman zaman belirginleşen ve fakat derinlerde bir yerlerde sürekli hissettiğin “ters giden bir şeyler var” duygusunun, özel isimler de dahil hiçbir sözcüğün tam olarak içine sinmemesinin sebebini, dünyanın altında ezilmediğini, bunu engellemenin tek yolunun üstüne çıkarak senin onu ezmen olmağını anlamanı beklemektedir; bütün yolların başında, kollarını açmış, masif huzursuzluğunu gidermeye çalışmanın yollarını aramanı beklemektedir; dünya evine hoş geldin, demek için.
dün gece, filme ve bana katlanan kişiye de teşekkürlerimi sunayım sırası gelmişken; kadın ruhundan anlamadığım konusunda hemfikiriz. aşkın da anlamadığına dair söylentiler varmış. gülüştük. şimdi neye geldi sıra? başlangıçta sildiğim şeyin yerine yenisini koymaya sanırım. yani, “göster bakalım sen ne kadar romantiksin” kısmına. bir bardak ballı ılık süt kadar. şaka tabi. ama koca bir kupa koyu kahve diyebilirim, tek şekerli.
artık uzatmayayım daha fazla, sıkıcı bir metin yazarken bu kadar eğlendiğime göre bir terslik olmalı. filmdeki tek iyi şey, hadi iyi demeyeyim, tek romantik şeyle bitireyim, kanaldaki şiir:
daydream delusion, limousine eyelash
oh baby with your pretty face
drop a tear in my wine glass
look at those big eyes, see what you mean to me
sweetcakes and milkshakes, i am a delusion angel
i'm a fantasy parade
i want you to know what i think
don't want you to guess anymore
you have no idea where i came from
we have no idea where we're going
lodged in life like branches in the riverflowing downstream, caught in the current
i carry you, you'll carry me
that's how it could be
don't you know me
don't you know me by now
bilenler bilir: kahveyi asla şekerli içmem. istisnalar hariç.
gerekli malzemeler:
-meydanları, heykelleri, köprüleri, ve nezih yolüstü kafelerinin bolca bulunduğu, pek kalabalık olmayan ve ortasından hem tramvay hem de nehir geçen bir şehir.
-bir tren ve seyahat. (europe?)
-bulunduğunuz vagonda, pek anlamadığınız bir dilde kavga ederek size kadın/erkek ve ilişki temalı tonlarca boş cümle kurma fırsatı verebilecek referans bir çift.
-bulunduğunuz vagonda, sizden biraz daha geride oturan aptal, sevimli, serseri görünüşlü ama kibar, ertesi gün denizaşırı ülkesine dönmek zorunda olduğu için bıraktığınız anda bulaşmayacağı garanti olan seksi bir adam. (ethan hawke olması önerilir bu adamın, ama elinizde yoksa benzer bir malzeme de kullanabilirsiniz, her yerde var)
-şehri birlikte turlarken çeşitli yerlerde karşınıza çıkması için yüzyıllardır sahte romantikler tarafından kullanılmaya alışmış birtakım ilgi çekici ve çapulcu(!) karakterler. (keman-akordeon ikilisi, el falı bakan zeki bir çingene, sefil şair, sokakta gösteri yapan bir dansöz, vb)
-ve son olarak, her şeyin yolunda gitmesini sağlayacak şans. (bunu dert etmeyin, şans sizin yanınızda olacak! mesela bir bara girip iki üç kelimeyle bedava içki alabilirsiniz iyi kalpli bir barmenden. ne de olsa bu sizin acınası hayal gücünüz!)
böyle zaman kaybı olur mu? hangisine üzüleyim karar veremiyorum; ilk izleyişim ve ardından birkaç gün hissettiğim o yoğun ve yapay aşk duygusuyla geçen süreye mi, yoksa dün gece harcadığım süreye mi. “bütün dünyan yalan, bildiğin herşey sahte tatlım” diye bağırsam da işe yaramaz artık, ama bağırdım. ne oldu? nasılsa günbatımından önce buluştular, kendi ölü denizlerinde yüzüyorlar, huzur içinde ve kendilerine rağmen. uzatayım mı biraz daha sapına kadar hesaplı sözcüklerle? sıkıcı olsun istiyorum bu yazı, eğlenceli değil. başarabiliyor muyum, orası meçhul. neyse, ne diyecektim, hah: sözcükler ve kendininki de dahil tüm sözcükleri içinde barındıran dünya (uzay ve onun içine tıkıştırdığın diğer tüm sözcükler de çalışma masanın üstünde boyunlarını bükmüş duruyorlar) ve mantık ve hakikat hakkında bir şeyler (şimdiden başlamış olmalı sıkıntı). ama vazgeçmek üzereyim: insanın kendiliğinden bilemeyeceği bir şey var; ve o şey, hiçbir bok bilmediğini kendine itiraf etmesini ve sadece bu itirafın ona sağladığı sınırsız olanağı (kendisi, ve dünyanın kendisi başta olmak üzere, içindeki bütün sözcükler gibi) görmesini engelliyor. ancak bu itiraftan sonra gerçekten emeklemeye başlayabilir insan, yürüyebilir, ölebilir (stockholm’e selam). öteki türlüsü yalan; ve pekala mantık, bunun baş aracı olabilir. onun yolları daima ya doğruya (true) ulaştı ya da yanlışa (false), hakikate (truth) değil (fe101). kelimeler, nesneleri göstermediler asla, ya da şeyleri; yalnızca kendilerini gösterdiler, ve gözlerin sana ait, gördün mü? hakikat başka bir yerdedir, uzaktadır, hiçbir şey bilmediğini söylemeni beklemektedir kendine; zaman zaman belirginleşen ve fakat derinlerde bir yerlerde sürekli hissettiğin “ters giden bir şeyler var” duygusunun, özel isimler de dahil hiçbir sözcüğün tam olarak içine sinmemesinin sebebini, dünyanın altında ezilmediğini, bunu engellemenin tek yolunun üstüne çıkarak senin onu ezmen olmağını anlamanı beklemektedir; bütün yolların başında, kollarını açmış, masif huzursuzluğunu gidermeye çalışmanın yollarını aramanı beklemektedir; dünya evine hoş geldin, demek için.
dün gece, filme ve bana katlanan kişiye de teşekkürlerimi sunayım sırası gelmişken; kadın ruhundan anlamadığım konusunda hemfikiriz. aşkın da anlamadığına dair söylentiler varmış. gülüştük. şimdi neye geldi sıra? başlangıçta sildiğim şeyin yerine yenisini koymaya sanırım. yani, “göster bakalım sen ne kadar romantiksin” kısmına. bir bardak ballı ılık süt kadar. şaka tabi. ama koca bir kupa koyu kahve diyebilirim, tek şekerli.
artık uzatmayayım daha fazla, sıkıcı bir metin yazarken bu kadar eğlendiğime göre bir terslik olmalı. filmdeki tek iyi şey, hadi iyi demeyeyim, tek romantik şeyle bitireyim, kanaldaki şiir:
daydream delusion, limousine eyelash
oh baby with your pretty face
drop a tear in my wine glass
look at those big eyes, see what you mean to me
sweetcakes and milkshakes, i am a delusion angel
i'm a fantasy parade
i want you to know what i think
don't want you to guess anymore
you have no idea where i came from
we have no idea where we're going
lodged in life like branches in the riverflowing downstream, caught in the current
i carry you, you'll carry me
that's how it could be
don't you know me
don't you know me by now
bilenler bilir: kahveyi asla şekerli içmem. istisnalar hariç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder