ortaokulda felsefe dersimizin olup olmadığını hatırlamamama rağmen, ortaokul sırasında bir kitapta kant’ın resmini gördüğümü hatırlıyorum; hiç hoşlanmamıştım, yalana gerek yok, evet tipinden. ev ekonomisi dersimiz vardı ama, dün gibi aklımda, atkı örmüştüm bir keresinde bu ders için; uçuk sarı, yumuşak bir yündü ve çok kalın değildi. neredeyse onbeş yıl geçmiş üstünden ve o günden beri kant okumadım ben, ama ördüm.
bir vefat vesilesiyle dün akşam bursa’ya geldim istanbul'dan. vefat vesilesi, ne demek bu, yol boyu düşündüm çevre koltuklarda oturanlara çaktırmadan. sonuç? sonra, sonra. esra’yla sohbet ettik gece iki üç saat. sohbetin konusu bu değildi, ölüm ya da vesile olarak ölüm değildi, veya buydu da ben farkında değildim bilmiyorum. ikimizin gündemindeki sorunlardan oluşuyordu çerçeve. onun sıkıntısında işine yarayan şeyler söyleyememişimdir muhtemelen, ama o benimkiyle ilgili çok çarpıcı şeyler söyledi, en azından bana çarpıcı; kusursuz benzetmeler, apayrı gözüken iki şeyi bir araya getirip akıl yürütmeler... şuna yakın bir şey söyledi mesela: “sürekli kayıtta olan ve aynı anda sürekli çalan bir kasetin teklemesi kaçınılmaz, ama hiç takılmaması garip, takılması gerek, arada bir çıkarılıp kalemle sarılması gerek”. çerçevenin dışına çıkılmış ve 6’dan söz açılmıştı o sıralarda. devam etti: “insan, karşısındakinin mucize olduğunu bilmek ister bir yandan, diğer yandan mucize, mantığına ters düşer, bu çekişme hep var, hep de olacak”. yapma esra, olur mu öyle şey! kaset mi kaldı, her şey dijital artık, modern human, sayılar, basamaklar, sayılar, sayılar... “madem mucize dedin, aşk bir mucizedir bana kalırsa, ve birlikte olduğun kişinin mucize olmadığını gördüğün zamanlarda bile mucizesini görebiliyorsan, muhteşemsin, aksi halde...” diyebildim ben de ancak, elimden bu kadarı geldi. sürekli bir çelişki halinden bahsediyordu, “senin hiç böyle zamanların olmaz mı?”, “problematize etmem”, dedim ben de, “hiçbir şeyi, uzun zaman önce kaybettim bu yeteneği”. mantık-duygu, akıl-gönül, kant-atkı, mantıklı-duygusal, vs, anlamsız bir çekişme, burnunu yere dayayıp ayaklarının üstünde dönmek ve dönerken gözünle dünyayı devirmek bu; bakmaktan yanayım ben, kafayı kaldırıp bakmaktan, yalan yanlış da olsa görmekten, rüya bile olsa, hayal bile olsa, görmekten yanayım, al sana bir tane daha: gerçek-hayal. öteki türlüsü yetmiyor çünkü. yetmeyecek de. okulda yeter, işte yeter, karşına insanları alıp ilişki kurduğunda yeter, ama bende yetmez, çünkü benimle ilişki içindeysen, bir insanla ilişki içinde değilsin, samimiyim bunu söylerken, örgücüyüm ben, insan değil, ve kant’ı uzun süre önce terketmememe ve terketmeyeceğimi bilmeme rağmen onu sevmiyorum, okumayacağım. yaklaşma/uzaklaşma, güç/güçsüzlük, kaplan/kedi, ilişki ekonomisi, vb konularda asla iyi olmadım, ama ev ekonomisi konusunda hala çok iyiyim ve bildiğim tek ekonomi de bu. geçtiğimiz ilkbahar’ın sonlarında bir kazak ördüm mesela mevsime aldırmadan, nasıl olsa kış gelecek, az kaldı.
bir vefat vesilesiyle dün akşam bursa’ya geldim istanbul'dan. vefat vesilesi, ne demek bu, yol boyu düşündüm çevre koltuklarda oturanlara çaktırmadan. sonuç? sonra, sonra. esra’yla sohbet ettik gece iki üç saat. sohbetin konusu bu değildi, ölüm ya da vesile olarak ölüm değildi, veya buydu da ben farkında değildim bilmiyorum. ikimizin gündemindeki sorunlardan oluşuyordu çerçeve. onun sıkıntısında işine yarayan şeyler söyleyememişimdir muhtemelen, ama o benimkiyle ilgili çok çarpıcı şeyler söyledi, en azından bana çarpıcı; kusursuz benzetmeler, apayrı gözüken iki şeyi bir araya getirip akıl yürütmeler... şuna yakın bir şey söyledi mesela: “sürekli kayıtta olan ve aynı anda sürekli çalan bir kasetin teklemesi kaçınılmaz, ama hiç takılmaması garip, takılması gerek, arada bir çıkarılıp kalemle sarılması gerek”. çerçevenin dışına çıkılmış ve 6’dan söz açılmıştı o sıralarda. devam etti: “insan, karşısındakinin mucize olduğunu bilmek ister bir yandan, diğer yandan mucize, mantığına ters düşer, bu çekişme hep var, hep de olacak”. yapma esra, olur mu öyle şey! kaset mi kaldı, her şey dijital artık, modern human, sayılar, basamaklar, sayılar, sayılar... “madem mucize dedin, aşk bir mucizedir bana kalırsa, ve birlikte olduğun kişinin mucize olmadığını gördüğün zamanlarda bile mucizesini görebiliyorsan, muhteşemsin, aksi halde...” diyebildim ben de ancak, elimden bu kadarı geldi. sürekli bir çelişki halinden bahsediyordu, “senin hiç böyle zamanların olmaz mı?”, “problematize etmem”, dedim ben de, “hiçbir şeyi, uzun zaman önce kaybettim bu yeteneği”. mantık-duygu, akıl-gönül, kant-atkı, mantıklı-duygusal, vs, anlamsız bir çekişme, burnunu yere dayayıp ayaklarının üstünde dönmek ve dönerken gözünle dünyayı devirmek bu; bakmaktan yanayım ben, kafayı kaldırıp bakmaktan, yalan yanlış da olsa görmekten, rüya bile olsa, hayal bile olsa, görmekten yanayım, al sana bir tane daha: gerçek-hayal. öteki türlüsü yetmiyor çünkü. yetmeyecek de. okulda yeter, işte yeter, karşına insanları alıp ilişki kurduğunda yeter, ama bende yetmez, çünkü benimle ilişki içindeysen, bir insanla ilişki içinde değilsin, samimiyim bunu söylerken, örgücüyüm ben, insan değil, ve kant’ı uzun süre önce terketmememe ve terketmeyeceğimi bilmeme rağmen onu sevmiyorum, okumayacağım. yaklaşma/uzaklaşma, güç/güçsüzlük, kaplan/kedi, ilişki ekonomisi, vb konularda asla iyi olmadım, ama ev ekonomisi konusunda hala çok iyiyim ve bildiğim tek ekonomi de bu. geçtiğimiz ilkbahar’ın sonlarında bir kazak ördüm mesela mevsime aldırmadan, nasıl olsa kış gelecek, az kaldı.
7 yorum:
"Örülen atkıdaki ilmekleri tek tek saymamalı gözünün içine kadar götürüp, uzaktan bak ki renkleri duyumsa. Aksinde şişler batabilir bir de, sakarız hepimiz zaten." demiş bir çiyan...
Sakarız hepimiz zaten.
sıklamen elbise bu gece bitti.şimdi siyah bitane örücem.Adı gece uçurtması elbisesi.siyah ve kuyruklu olacak renkli ve 3 boyutlu.Bu yazının şerefine.senin şerefine...
sakarız elbette.
bir gözümü zaten kaybettim ben, iki üç ay önce anlattığım gibi, öteki de altıbuçuk miyop! sakar olduğumu ilan etmek yerine gözlerinin içine bakıyorum tek gözümle, korkuları yüzünden farketmiyor pek çok kimse bunu ve kendileri gibi sakar olduğumu. sonra: hadi bakalım yargıç, iş başına!
kapamak istiyorum kapakları her zaman, hep istedim, ama şiş bu, miyop falan dinlemiyor, kapayınca da batıyor. eh, geri de çekilelim çekilmesine de, dünyaya doğmuşum bir kere, içinden nasıl çıkacağım?
bal gibi çıkamayacağım.
not: armstrong, abd'nin batı saatini mi yoksa doğu saatini mi kullandı burada değilken? araştırmaya niyeti olan varsa bana da söylesin. zira benim hiç yok.
şu anekdotu, antidot olarak zehirli cümlelerinize sunmak isterim: "what are you? a little kant?"
"içimdeki ahlak yasası, tepemdeki yıldızlı gökyüzü.." hadi tam anlıntılayayım: "Two things fill the mind with ever new and increasing admiration and awe the more often and steadily we reflect upon them: the starry heavens above me and the moral law within me."
kant da diğer kant'lar gibi söylemek istediğinizi söylemek istedi, gösterilen avcısıydı, hem nasıl avcı, yaya bırakır cümlemizi. küsmeyin kuzucuklar ama kant adile naşit değildi, ısırır velhasıl. kuvöz mezar değildir, kant böyle derdi. ben diyorum ama örgü filan diyorsun, bak sonra bir başka alman geldi, sen de seviyorsun it gibi, destrüksiyon filan dedi, sonra bir fransız tam sökme hesabı dökonstrüksiyon. cümlemizi sökerler yani, yargıgücümüzden kuşku duyarız.. ne fena şey, taş oluruz.. alligator..
hakkımı böyle kullansam? yani örücü değil de, sökücü olarak? in the name of kant..
kuvöz dedik de, bay witt şöyle buyurmuş: "If a person tells me he has been to the worst places I have no reason to judge him; but if he tells me it was his superior wisdom that enabled him to go there, then I know he is a fraud."
bu mühim. ikinci olarak kuvöz dendi mi yine abimizin şu çok bildik, enfes deyişi gelmiyor aklıma desem yalan. şu ana değin neden söylemedim bunu, hay allah: "A man will be imprisoned in a room with a door that's unlocked and opens inwards; as long as it does not occur to him to pull rather than push."
kendimden çok söz ettim, dermişim. şöyle diyorum madem "ben, ben, ben.." diyorsak cümlelerimizde: ben de ölümünden çok yaşamından, mezarından çok kuvözünden yanayım dostların. her zaman. ısrarlarına rağmen, beden ve hazdan yana. olanaksız arzudan yanayım. olanaksız olduğunu bile bile arzulamaktan yanayım. çoğu zaman gördüğüm şey, arzunun zaten erişilmesi olanaksız olduğunu bilmeyenlerin, hayal kırıklıklarını dünyaya saldırarak tamir etmek istemeleridir. dünyadan hoşlanmadığımız için ilk bakışta çekici gelir bu. ne yazık ki, kökensel eksikliğini dünyaya yamamak isteme kibri bağışlanamaz. şimdi, buna bir yönetmen abi, "geleceğine diri diri gömülmek" demişti. mezarlara tükürme isteği duyuyorum ben de, kuvözler ise derin bir saygı uyandırıyor içimde.
malumu ilam kabilindendir.. öperim.
ooo, boston tea party.
baylar, bayanlar; muhteşemsiniz!
kahvemi içip geliyorum.
kahveyi yarıladım, ve işte hemen bir düzeltme:
"bayanlar, baylar; muhteşemsiniz!"
sonra çapaklı bir cevap:
taş oluruz tabi olmasına da, yanılıyorsun isimsiz, kant adile naşit'ti, sever adamı! hala adile naşit, ve fakat ısıran cinsten; öteki alman da adile naşit'ti, fransız da. bakma sen, sevmiyorum falan, ne mümkün, ne mümkün; iki gram artislik de yapmaya gör, hadi bakalım. kant da arada bir eldiven giyse keşke. ben istanbul'da unutmuşum kendiminkileri.
kahve bitti, ve tabi:
boris, ben de öperim. çok yaşa!
Yorum Gönder