15 Temmuz 2008 Salı

ateşle yaklaş

bu metin, yazılma sebebini daha en başta açıklamak zorundaydı. en baştan başlamalıydı anlatmaya ne anlatacaksa, sanki başı ve sonu varmış gibi. hatta ilk cümlede sıralaması gerekirdi belki: ateş, yoksa, yanmak, da, yoktur. hemen ardından da başka bir metnin tohumlarını atmalıydı: konuşmayan, hiç konuşmayan bir adamdı, basitçe ve sadece yaşamalıydı bu adam, gösterişli eylemlerde bulunmayan, sadece yemek yiyen, arada bir uyuyan, ya da diyelim ki çorapları sabunlu suda beklerken fal bakan bir adam olmalıydı; bir de sese ihtiyacı vardı metnin, anlatabileceğini anlatabilmek için, şu anda uyuyan adamdan ayrı, onun dışında, ona sen diyen bir ses, ona yapması gerekenleri söyleyen, yaşaması gerektiğini söyleyen, her yargıda onu mahkum eden bir ses, sahipsiz, evsiz, eylemsiz, nefes almayan bir ses, biraz daha ileri gidilecek olursa: varolmayan, ve bu yüzden ona ihtiyaç duyan bir ses.

bana kalsa şöyle başlardım: uyuyan adam depresif adam değildir. daha doğrusu, en başta şarkı söylüyor olmasaydım (it may look to the untrained eye, i'm sitting on my arse all day): uyuyan adam yaşamayan adam değildir, derdim; ya da: uyuyan adam uyuyor evet, hayatta olan her memeli gibi, ölüyor. kendimi, metinle olan ilişkimi ikinci plana atmaya zorlayıp birinden birini seçmek durumunda bıraksaydım eğer, ortaya bir tekrardan öteye gidemeyecek şöyle bir özet çıkabilirdi: bedenli, uyuyan, eylemli, arada bir nefes alıp yemek yiyen, ve sözünü kendi sesiyle göstermeyen bir adama mı güveneyim, yoksa sadece konuşan, sürekli konuşan, konuşmalısın, eylemelisin diyen, uyumayan, uyanmayan, bedensiz ve dolayısıyla eylemsiz bir sese mi? perec’ten laf açılıyorsa, savaşı ve mücadeleyi de anmalı, ve tüm çağrışımlarını. bir de belki şifrelemeyi. o da belki; sürekli oturup konuşmaktan ve birbirimize dert yanmaktan sıkılırsak diye.

şimdi tam burada tutup da başı ve sonu olmayan şeyler vardır diyeceğim, güleceksin. haklısın. az önce bahsi geçen tohuma doğru kaçarsak: bitki, çiçek, tohum, bitki, çiçek, tohum; metin, metin, metinler, metin. şimdiye kadar okuduğun her söz metafor olmasaydı, bunun da bir başı olabilirdi belki, bir iskambil oyununun dağıtılan ilk kağıtları gibi. önce iskambil kartları mı vardı, yoksa ancak bu kartlarla oynanabilecek olan oyun mu? velhasıl, başını ve sonunu kesinlikle bildiğimiz bir cümle var: canlılar ölür, sesler değil. devamını da biliyoruz: zamansızlığa sahip değilim, ki başlangıcını kutlayalı iki ay olmadı dostlarla, bitişini de kutlayacağız. zamansız olan söz; ve fakat ne benim sözüm ne de senin sözün. bir sonraki paragrafa sağ ayağıyla başlayacaklar olabilirdi, işaret parmaklarıyla göğü gösterecekler de. ama olmadı. söz tanrıya gelince, hepimiz kenara çekilip birbirimize bakarız; belki de mütevazılığı bırakıp narsistik cümleler kursak iyi olur, yani bazen: tanrı(!) olsaydım(!) eğer(!), yaşadığını sanan ama aslında uyuyan bütün kadınlar ve bütün adamlara kızardım, ve muhtemelen nasıl olup da göremediklerini anlamazdım(!). işte böylece, en azından, gölgebedenin ve onun arzularının arkasına saklanamayacağımız kadar görünür olur eylemden taşan sazlısözümüz.

ama burada kurallar farklı. (i'm biding time until i take you all on). zaman da. burada bütün pantolonların ve bütün elbiselerin fermuarları çekili. burada ses ve eylem bir. ya da kitapta. sözde uyunuyorsa, eylem uyumak. sözde ahlaksa, eylem susmak. sözde kahırsa, eylem çekip gitmek. görüneni dağlayıp, vesaire.

bu cümlede sıkıldığımı ve kendi kendini bitireceğini söylese de metin, inanma. şu noktadan sonra yapabileceğim tek şey, kitabın başındaki alıntıyı bu metnin sonuna yapıştırmam olsa gerek(cos i spy).

“Evinden çıkman bile gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde.”
Franz Kafka
(günah, acı, umut ve doğru yol üzerine düşünceler)

25 Nisan 2008 Cuma

ces gens - la, bayım

önce, hepsinden önce o babam yaşındaki adam bayım, kavuna benzeyen o adam, koskoca burunlu, çocukluğundaki adını hatırlamayan, on parmağında on iş, marifet değil, her gece, allahın her gecesi meyhane dolusu içip, endişelerde boğulan o kral, kendini yatağa atıp sabahı bulduğunda, yanında önemsiz bir kadın, ama o, o iş bitirici kral artık kekeme bayım, keskin bakışları delik, yüzü dolandığı çarşafın beyazı. size söylüyorum bayım, bu insanlar ordalar, ordalar, ve düşünmüyorlar,

istiyorlar.

ve diğeri. darmadağınık saçları gün boyu, tarak görmemiş, bu adam bayım, elini bir kere başına götürmeyen bu adam, pabucunu ters çevirip elinde taşıyarak bütün gün dolaşır, avare avare dolaşır, günlerce bayım. o pis gömleğini sefalet içindeki insanlara bağışlasa yüzüne bakılmayacak bu adamın bir de karısı vardır, şehirli, ya da ne bileyim, başka bir şehirli, ve bu adam, bu minik şeytan, evden çıkmadan hemen önce küçük şapkasını geçirip kafasına, kısa ceketini giyip kollarını çekiştirerek boktan arabasına atladığında, onun küçük işleriyle ilgilenir. sonra durur araba bir yerde, havalı havalı iner külüstürden ve etrafta dolaşır, hakikaten çok havalıdır, o kadar havalıdır ki nefes dahi alamıyordur. zengin görünmek için meteliğe ihtiyacınız yok bayım, zengin olmak için meteliğe ihtiyacınız yok. size söylüyorum bayım, bu insanlar ordalar, ordalar, ve yaşamıyorlar,

aldatıyorlar.

ve diğerleri. bir anne, bebeğiyle, hiç konuşmayan bir anne, ya da konuşmasının bir anlamı olmayan, ve o melek yüzü akşamdan sabaha, ve o beyaz ve bol ve ucuz kumaştan geceliğiyle kocasının bıyıkları altında, sabaha, akşamaysa sofrada dünden kalan ılık çorba, kocası ve tayfası masaya oturup içerken o da izleyecek ellerini bacaklarının arasında birleştirip, hüşşhp, hüşşhp, ve babasının cesediyle birlikte gömülen o kıvrık, yapışkan bıyığı düşünecek. ve o sırada mutfağa o çok yaşlı, eli ayağı tutmayan titrek ninesi girecek bi saatte, ancak bi saatte bayım, ancak, ama aldırmayacaklar, ölümünü bekledikleri için, ölümünü bekledikleri için duymayacaklar zavallı, titrek ellerinin ne dediğini; çünkü para onda bayım, para onda. size söylüyorum, bu insanlar ordalar, ordalar bayım, ve konuşmuyorlar,

sayıyorlar,
parmaklarıyla.

ve o, o dünyalar güzeli, hatta güneşler, ve aylar, ve onu sevdiğim kadar beni seven kadın, benim tatlı kedim. bir evimiz olacağını anlatıyoruz birbirimize, bir sürü penceresi olan ve nerdeyse duvarsız, bizim evimiz, ve orada yaşamanın ne kadar güzel olacağını, huzur dolu, mutlu; ama, ama olmazsa, yani hiç değilse... yani belki... onlar aramızdalar ve bunu istemiyorlar bayım, onlar istemiyorlar! onlar... diyorlar ki, o benim için fazla güzelmiş! ve ben anca derisini yüzebilirmişim kedilerin; ben hiç kedi öldürmedim bayım! hiç! ya da, ya da çok uzun zaman önce... hatırlamıyorum... ya da iyi bakmadıklarında... sonuçta, onlar bayım, onlar istemediler... bazen, birbirimize baktığımızda, iyice baktığımızda, defolup gideceğini söylüyor gözlerinin kenarındaki bir iki damlayla, benimle birlikte defolup gideceğini buradan, beni takip edeceğini. ve o an, işte o an inanıyorum bayım! ona inanıyorum, sadece bir anlığına. çünkü bayım, onlar ordalar, ordalar ve hiçbir yere gitmiyorlar, hiçbir yere gitmiyorlar bayım, hiçbir yere, gitmiyorsunuz.

ama,

ama geç oldu, artık eve gitmem gerek bayım, geç oldu.

22 Nisan 2008 Salı

başka kanatlar

Bu yazının bu cümleyle başlamaması ve aşağıda anlatılanların birazdan anlatılmaması gerekiyordu. Kendimi yalnız, o orospulaştırılan, bile isteye ve düpedüz ayaklar altına alınmayarak değersizleştirilen o sözcükle yalnız, bütün bu pisliği sürekli ve sürekli siktirip gitme isteği duyarak tenimde yanıldığım, ve şu lanet cümlenin içinden çıkamıyorken bile düpedüz yaktığım o orospu gibi sözcüğün eriyerek tenime dökülen beyaz ve yalnız, ve yalnız başına akla düştüğünde ister istemez bir tür masumiyeti çağrıştıran başka bir kuru kanatlı kara böcek gibi bu da beş ayaklı bir masumiyetin pisliğine tırmanırken, ve kendim şimdi beş bacaklı yalnız bir böceğin tenine düştüğü bir orospudan farksız. Olmadı mı? Tırraş. Kafama takılan başka şeyler de var elbette. Neden böyle olduğu örneğin. Yani böyle olmasına yol açan mekanizma. Dalgasına sıçtığımın mekanizmasını bilerek, görerek, isteyerek, ve hatta arzulayarak neden küfür etme ihtiyacı hissettiğim. Yalnızken küfür etmek mastürbasyondan öte bir işe yaramaz, ikimiz de bunu daha ilkokuldayken kavramıştık. Ve ilkokulda sevdiğim bir kız vardı benim. Şeyda. Sarışın, yeşil gözlü. Aslında tam sarışın denemez çünkü saçlarında doğal bir meç vardı ve böylece saçları kahverengiyle karışıktı; tam yeşil gözlü de denemez çünkü uzun bir teneffüste kolumdaki geniş kumaş parçasının verdiği kahpe güvenle görevli olduğum kapının önünde içeri kimseyi sokmamakla yükümlü olan ve içeri girmeye çalışan hemen hemen kimse olmadığı için görevini yapamadığı bile söylenebilecek olan beni görmeye geldiğinde, yalnız, gözlerinde bir değişiklik farkettim, tek kelime bile söylemeden sımsıkı sarıldığındaysa artık yeşil değillerdi gözleri ve böylece aklım ilk defa karıştı. Benim miydi? Bunu düşünmüyordum, dolayısıyla hissetmiyordum.

Böyle mi olmalı? Böyle mi ilerlemeli işler, hayat? önce düşünmek, sonra hissetmek. Bir tane sigaram kaldı, saat üçe on var, bakkalın açılışına programlasam sigarakendimi, nerden baksan üç buçuk dört saat bekleyeceğim, diyelim ki bir orta yol buldum ve dedim ki kendi kendime: tam ortasında içeyim şunu, ikiye ayırayım zamanı ve göt gibi ayırdığım iki parçanın içinden sigaramı tüttürerek geçeyim, sanki zaman akışkan bir şey değilmiş gibi umursamadan geçeyim, ishalim sanki. Ağzım bozuksa kusura bakma; gerçekleştiremeyeceğim bu küçük başarımın ardından kendimi minik Musa olarak anlatacak değilim sana. İşte böyle böyle derken yakıyorum sigarayı, saat üç, oniki dakikamı aldı bu cümlede yakıyor olduğumu söylediğim sigarayı yakarken yazdığım cümle, ve fütursuzluğum. Böyle olmalı, çünkü böyle ilerliyor işler, hayat. Her bir saniyeye bir saniye demiştim ya iki gün önce, öyle değil. Arkadaşlar arasında şakalaşırken kullanıyoruz onu, ya da diyelim ki herhangi birinin bileğindeki saate tecavüz etme arzusu duyduğumuzda. Ki bu da aslen bizim arzumuz değil, bileğimizdeki saatin arzusudur. Latin Amerikalı ince uzun bir adamın yazdığı, kuşkusuz bir kurguadamın doğumgününde arkadaşları tarafından ona hediye edilen bir kolsaatinin, bileğinde tam olarak belirli olmayan bir süre geçirdikten sonra oradan ayrılıp geride, teninde bıraktığı ısırık izi hakkında yazdıklarının şu anda aklıma gelişinin sebebi bu. Daha da yakınımdaki başka bir adamın yazdığı başka bir metin de var, sıkılmak hakkında, vb. Neyse, bu metin de diğerlerinden daha önemsiz olmasına rağmen başka bir metin ve konumuz tam olarak bu değil. Üstelik içimizde boktan korkmayan insanlar var ve hiçbir kelime de gecenin bir saati lafın gelişi bir yere konmaz.

Ve evet ve ile başlayan bir paragrafın güvensizliği içinde ve içimde biri, hissettiğim yalnızlığın hemen yanında uyumuştur okurken. Okurken uyumaz o. Salak herif. Tasarladığım biri değilsin, saatini ayarladığım, gününü, tipini, gözünü meçini, sarıldığında geçirdiği değişimiyle birlikte geçmişin bütün anıları, tıraşlı, ve yazdığım onca abuk sabuk divan şiiri, ne şiiri, yaş onbeş, sümüğümüzü kimbilir nereye sürüyoruz, uluorta aşığım ve onun ne gözü yeşil ne saçı meçli, esmer, günler gibi! Ama lafın gelişi başka bir gece kendi yatağım olduğunu sandığım bir yatakta uzanırken kendimi yalanladığımı düşünüyorum, ve badanaya ihtiyacı olan duvardaki lekeye bakıp onun kurumuş bir sümük olmadığını bilmemize rağmen on yıl öncesine ait başka bir sümüğün hayaleti olduğu şüphesini taşıyabilir ve bakışlarımızı gözlerden epey uzak yerlere kaçırabiliriz. Yeri gelmişken: iki omzumda birer kıl var benim, etrafları bildiğin deri, onlar orda yalnız, ayrı omuzlarda tek başlarına, ve böyle yüzümü tırmalamak istediğim çıplak anlarda bakışlarımı genelde onlara kaçırırım ben, sırayla, önce sol sonra sağ. O gece de bunu yaptım sanırım. Ya da yapmadım. Hatırlamıyorum. Hafıza kaypaktır. Bunu da biliyoruz. Her boku hatırlayan ben, öyle zamanlarda öyle şeyleri unuturum ki bazen, sevmek, veya dilim varmıyor ama sevişmek gibi, yeniden öğrenmem gerekir. Ne kadar enteresan, ne kadar… daha çok bayağı. Kesip atmak gerek burada. Uyumak gerek, kimbilir.

Ama böyle de olmaz. Pat diye gidilmez bir yere, hiçbir yere gidilmez, kalınmaz da. Öğrenmem gereken o kadar çok rüya var ki. En sevdiğim oyuncaklarımı göreceğim belki talihsiz kolsaatleri yerine, sonra birkaç şiirimi belki, fal baktığım divanın üstüne fırlattığım, ya da başka bir şehirde yığılıp düşeceğim bir kaldırıma ve yardımsever biri gelip kolumdan tutacak, beni kaldıracak ve soğuk bir yatağa atacak, ya da bir otobüs göreceğim sisli ve dalgasız bir denizin üstünde, ankesörlü telefonlar taşıyan martılar uçuşacak tepemizde, ateşsiz mermiler göreceğim bir basketbol topuna arka arkaya saplanan, ya da en korkuncu, tahta yataklar göreceğim, yatak değil de daha çok yatay çit diyeceğim sabah sana anlatırken, ve orada kana bulanmış adamlar olacak, sanırım altı taneydiyler, yaralı, altı tane ağır yaralı adam, bir tesadüf eseri bu gece yeşil olan gözlerime bakıp uğursuz bir dua dileyecekler benden, ve ben hiçbirinin kafasını kesmeden yanına döneceğim biraz daha esmerleşerek. Sabah, uyanırken.

11 Nisan 2008 Cuma

Bay cc’nin özyaşamöyküsü

uzun zaman önce yarım bıraktığım bir işi tamamlamak üzere masanın başına oturmuş bulunuyor. Cümlenin ilk harfinin küçük olması, bay JJ’nin finnegan’s wake isimli yapıtında, hiçbir cümleye baştan başlanamayacağı, her cümlenin berisinde, yazar tarafından gizlenmek istenen başka bir cümle olduğu anlamına gelirdi. tüm bunları dillendirirken neyi gizlemeye çalıştığımı sezecek az sayıda insan var ki, ben bundan memnun. Cc bilindiği üzere, buranın sahibidir, daha doğrusu burayı sahiplenmiş ya da buraya atılmış ya da kilitlenmiştir. Ben bu mektubu gönderirken bir cc yaptı, birincisi cinayete eşdeğer bir şekilde bir ad buldu ve onun içine, herkesin yaptığı gibi, onu hapsetti; ikincisi, size yani diğerlerine gönderirmiş gibi yaptı, belki de sadece size gönderdi, ama gizlice bunun sadece bir armağan olmasını amaçlamaktaydı. Uyurken.

İlkece, janrın yasalarına göre, bilinen bir şey varsa, o da birinin bir başkasının öz-yaşamöyküsünü yazamayacağıdır ki, ben bu paktı sallamamayı amaçladı, yıkmayı filan değil, siktir, sallamamayı. GS de böyle bir şey yapmaya yeltenmiş, ama tuzağa düşmüştü, ben şimdi bu tuzağın, iki insan arasındaki ilişkinin ölümcüllüğünün tuzağını kutlamaya geldi.

Ben öyküyü böylece bir ben’le başlattıysa, tanıklığın sınırları biline diyeydi. Ya da bilmiyorum, öyle oldu. tüm bu kısa olmalı, mekanı aslına devretmeli ki, ben cüreti aşmasın sözünü tutarken. Yine de söylenen ve söylenmeyen tuzağa düşürdüğü okura bir şeyler anlatacaktır, birinin bir metni anladığını sanması en kötü ihtimalle neşeli bir şeydir, ama cc’yi, birini anladığını iddia eden siktirsin, ben o değilim, ben geri çekilecek gördüğümü sandığını armağan ettikten sonra.

Önce bok vardı. Kuvöze kocaman kollarlı iki el uzandı, göbeği kavrayan iki el göbek deliğinde, o kapanmayacak yarada birleşti, tuttu, kaldırdı, gözlere ışık sıçradı. İki el boklu bebeği, başka, karaşın bir bebeğin olduğu kuvöze bıraktı. bu ölümcül hata, tıp açısından iki bebeğin birbirlerini zehirlemesine ve nihayet ölümlerine sebep olurdu. hatayı yapan kıllı kollar bilmezden geldi ve nihayet iki bebek aynı kuvözün içinde birlikte solumaya yargılandı. Tanrının kolları yadsıyıcıydı, ki zehirlenmek vaka olsa da kimi zaman, birlikte solumanın kutlu bir yanı vardı. Bu, işte bu özyaşamöyküsündeki ölümcüllüğe benziyor, aynı kuvözde iki bebek, aynı metinde iki ben ve iki o.

Ben kuvöze fırlatıldığımda, yanımdaki varlıktan şaşırdı, ama o capcanlı meraklı gözlerle baktı, ben yine şaşırdı. Sessizlikte hem tehlikeli hem de saygı uyandıran bir yan vardır, ben varlığı kabullendi, o beni kabullendi. Sonra ben komikliklerle, diyelim gaz çıkararak, dilimi çıkararak eğlenmek istedim, cc güldü, o gözleriyle ve elleriyle komiklikler yaptı, ben güldü. İkimizin de koğuştaki diğer veletlerde nefret ettiği bir şey vardı: salya. Her ne kadar bizim de aksa da salyamız bazen, görmezden gelmek bilindi. Sonra soluk aldık hep.

Aynı kollar beni düzenli olarak kuvözden alıp dışarıya götürürken ve ben bundan belirgin ve kasıtlı bir haz duymaya çalışırken, cc orada kalmaya yazgılıymış gibi davranıyordu. Bunda tuhaf bir şey bulanın boynu altında kalsın, ben de yaptım. bu esasen büyücü olmakla ilgilidir, melanie allahın belası yaşlı klein çocukların dilini anladığını sanırken haklıymış gibi, ben ellerimi uzatır ve parmak ucumla kuvözün derisini yakabileceğimi sanırdı, sonra hiç olmayınca, türlü numaralarla yakıcı kokusuna rağmen dışarı çıkardı. Birlikte ışığı kutlayıp, diğer bebekler osururken sihir yapmayı severdik, benin bu kaçışlarında çok ihanet vardı, her geri dönüşte bir yabancılık. Ben yarı içeride yarı dışarıdaydı hep, cc hep içeride ve büyülerine gözlerine varana dek inanmış ve beni inandıracak denli başarılı. Kim yüzünün parçalanmasına yaklaşacak kadar, gözlerine kadar inanır? Cc, C, e, v, b filan. Her biri en az bunun kadar korkunç armağanları hak eden, kendi kuvözlerinin, bu kuvözün, zehre karşın birbirleriyle soluk alabilen kişileri. Çapraz misafirleriyiz birbirimizin, bu çok kutlu, evet biraz ağlamaklı olacak kadar hissiyatlı, ama kutlu. Biliniyor.

Cc’nin bu kuvözde, dışarı sıkılgan adımlar ataraktan ilerleyişini diliyle anlarken, gözlerine kadar inanmayacaklar var. işte bu yüzden de cc hep bazen üzülecek, daha çok, gitgide daha çok kızacak, sonra sakinleyip eline boyalar sürecek. biz de gebertmek isteyeceğiz hepsini, elimize bir şişe, bir ok filan alacağız. Herkese böyle oluyor di mi, siktir, bunu diliyle anlayacaklar, bir de gözlerine dek inanacaklar var. Neyse. Cc büyüler yapacak, o kağıtların her birini ölesiye merak ediyoruz, merak edeceğiz. Dua ve sabırsızlıkla. “Hadi çabuk, çabuk hadi.” Ben sonra, çok uzun bir süre başka bir odaya gidecek, işte kuvözü düşünüyor şimdi, uyurken. Siktir. Cc uyanacak.

eb

3 Nisan 2008 Perşembe

delirium for solo whistle in e flat

ne yani, atmosfer mi yaratayım şimdi gecenin bu saatinde, soğuk zaten, kıçım dondu, yok şu yok bu, burası öyle orası böyle, hem evde misafir var, odadaysa kutup ayısı, envanter çıkaracağım bir de - hiç gerek yok. hayır yani olur olmasına da, sırası değil, bak misal: senin ünlemlerin benim pekilerimse eğer, hepimiz çocuğuz, ne kadar çatlağımız olursa olsun, gittikçe kırılıyoruz falan demiyorum, yok öyle nane, bir yere gittiğimiz vesaire; içimizdeki çocuk şeklinde yaşamını sürdüren piç var ya, bilmeyene sır olsun: mumdan o; sonra otuzküsür dereceyi al kolunun altına, cehennemin buharı da tabanlarımızı yağlasın, burnumuzda tatlı bir yanık kokusu, bakma sen pusulaya mahruk mahruk, kutup ayıları genellikle batılıdır, saks çalanlarınınsa tamamı. hadi sheff yak bi sigara, biz de bokumuzla oynamaya devam edelim.

öyle yani. eldeki bilgileri açtığımızda ortaya dam döper sonucu çıkıyor, kaskatı, ve ne çok iyi ne çok kötü, kesinlikle kötü değil, ama iyi sayılır. ben tek çocuğum, kime ne denk gelir nasıl gelir bilmem, fakat dünyadaki tek çocuk benim, ve kariyer denen şeyi aslında severim, çünkü, metafor falan demeden, o bir sütundur, kireç boyalı ve asil bir sütun, dibine kadar gidip boydan boya üstüne işemek için. hazır laf kariyerden açılmışken: tam altmışüç sevgilim oldu, şimdi durup düşününce gücenmesinler, bir tanesi hariç hepsi de tavşandı, öyle müstehcen deyimlere konu olanlardan da değil üstelik, bildiğin tavşan, iki gözlü, iki kulaklı, ben ki ikiden hiç hoşlanmam, dünyadaki tek çocuk olarak, yine de görüyorsun, altmışikiye iki bilet lütfen, mümkünse arkalardan olsun, evet yedi kişiyiz, mümkün değil bayım, endişelenmeyin gürültü yapmayız, sessizizdir biz, emin olun, hepimiz iki kıçın üstüne oturacağız zaten, kimse farkımıza varmaz, rica ediyorum, mümkün değil bayım, mümkün değil, bayım. yukarıda bahsedilen hesaptaki eksikliği merak edenler için söylüyorum: kerevizdi, tavşan değil.

çoğalıyoruz yine, hayırlısı. teyzem de böyle bölünür görünürdü, rahmetli, cenazesine öndört kafasıyla birlikte gelmişti, ben küçüktüm o zamanlar, dört beş yaşında filan, iki kafacığım vardı henüz ve birbirlerini görmemişlerdi; nihayetinde, tahmin edilebileceği gibi defin işlemi uzun sürdü, son çıkardığı kafayı toprağa girmesi için ikna etmek çok zor oldu, pardon, sonuncu en yaygaracı olandı ve ilk o öldü, bu bahsettiğim ilk çıkan kafa, mahalledeki bütün çocuklar tam adını bilirdi ama dile getirmek bir tür çağrı anlamına geliyordu ki bu da büyüklerin öğütlediği bir şey değildi, bu yüzden ona kısaca ök derdik, benimse hiç arkadaşım olmamasına rağmen mavi-beyaz bir bisikletim vardı ve bazı kelimelerin baş harflerini birleştirmek konusunda en az hayali arkadaşlarım kadar başarılıydım; işte böylece boş boş pedal çevirerek sekizler çizerken mahallede, ök yanıma gelir, şefkatle kolumdan tutar ve başından geçmiş (ya ya‘ünlem’) o enteresan hikayelerinden birini anlatırdı, itiraf etmeliyim hoşlanırdım bu hikayelerden, kelimelerini durgun bir heyecanla ve nefes alınabilecek herhangi bir boşluk bırakmadan artarda sıralar ve bitirdikten sonra –sanırım tepki verip vermeyeceğimi görebilmek için- ağzımın bulunduğu yere bakıp kocaman gülümserdi, işte o anlarda hatırlardım tam adını ve tepkimi belirleyen burnuma gelen sidik kokusu olurdu, ta neden sonra öğrendim çok şeyin kökünün orada bulunduğunu ve bundan kaçamayacağımı, böylece bırakmadım pedal çevirmeyi, ama çişimi bırakmaya devam ediyorum, bırakmak ne kelime, gördüğüm bütün sütunlara adını yazıyorum, yukarıdan aşağıya ve büyük harflerle.

böyle böyle derken, sormayı unuttum, nasıl, ilginç bir hal almaya başladı mı, sıkılmıyorsun? getir patlamış mısırları. gördüklerinin çoğu bana ait değil, sıkılmıyorsan sebebi budur, benim ağzımsa ıslık ve çürük çiçek dolu. lukas, şşt lukas, gel oğlum, göster bakalım dişlerini, ne ayıp ne ayıp, babanın resmi de odanın içinde bir o yana bir bu yana yürürken… kendimi cezalandırmalıyım. bedenden mi başlanır, yoksa ötekinden mi? kapa çeneni, sen ikiden nefret edersin, bazı metinler vardır, var mıdır, ne kadar uğraşırsan uğraş içine giremezsin bir türlü, böyle durumlarda sorun genellikle metindedir, nahçıvan, senin bir suçun yoktur, içine girmeye çalıştığında balonun patlamasının da sebebi budur, ve senin gene bir suçun yoktur, havasını indirirsen girebilirsin, geçen gün televizyonda şöyle diyordu biri: yasama, yürütme, yetki, al jardin de la republica, ekranın öbür tarafından eklendi: yargı, yorgan… gelgelelim hissettiğim kaçma isteğinin bu durumla ilgisi yok yine, yeni, yeniden, kayahan şarkısı mıydı o da? rezalet. ama güzel günlerdi. ben de kaçıyordum göründüğü gibi, uğradınız. kesmeşekeri tutup da ucundan, azıcık batırırsın köşesini kahveye, al sana düşük kalorili tabii günler, yersen tabi. ve kendini sana açmayan bir kapı önünde hissetme sakın, diyelim ki bir kıyıköşe sinemanın, değilsin düpedüz, yani önündesin de, biletin elinde, öylece dışarıda kalmadın, kalmazsın da, birkaç saat sonraki gösterim var mesela, günlerden cumartesi, belki de sadece bilette yazan saat sabit değildir, ayrıca ayın yirmi dokuzu, madrugada, ve her bir saniyeye bir saniye denk gelmesi koşuluyla çaktırmadan yer değiştirmeye devam ediyordur, öte yandan, uğrak yerlerde oturmanın bedelini ödediğim de söylenemez aslında.

özet şu: atmosfer yaratamam şimdi, çünkü istemiyorum, sigarayı da bırakamam, haklısın, sapına kadar, ama sigaranın aksine bu origamik ağrıları da bünyemde istemiyorum, ve ıslıktaki namede, hey gidi etkileyici dünya, hak vermemek elde mi, ağrıyor işte, dünya diyorum, etkileyici, içimizdeki çocukların kıçında bok kokan ağırlıkla, benimki prematüre üstelik, aramak lazım ayıp olmasın, bunları düşünmemek elde değil nasıl olsa.
yok ya (bu metnin ve bu cümlenin iki ayrı ünlemden pespaye olanla bitmesi gerekirdi, ölüm korkusu gibi yani, anlarsın, ve fakat birlikte vakit geçirmek istediğim bazı hassasiyetler sebebiyle ünlemi devredışı bırakmak ve alışık olduğumun aksine, virgül dahil herhangi bir noktalama işareti kullanmamak durumundayım, gönülle, ve sevgiyle, ve saygıyla, ve hoşçakalla, ve çüz) 'ünlem'

4 Şubat 2008 Pazartesi

bir soğuk arazideki tomurcuğa mektuplar

yirmiyedi ocak, onbir ellidört, gece; bir yıl önce tıpkı böyle başlayan bir mektup yazdım, o güne dek dinlenmemiş bir şarkının yokladığı zayıf kapıdan. evet, mektup dedim az önce. yazarken çıkaramamıştım ne olduğunu, bu yüzden “metin, mektup, her ne haltsa” adını verdiğim ve alıcısına ulaştırmayacağımı sandığım bir metin, mektup, her ne haltsa yazıyordum, ama ulaştırdım, dört şubattan beri mektup, nerdeyse bir yıl oldu.

yirmisekiz ocak, beş sıfıryedi, sabaha karşı; hiç uykum yok. sanırım buna da bir isim ve en önemlisi bir başlık bulmakta zorlanacağım. neyse, sonra hallederim, düşünemiyorum şimdi. mert ve volkan yaklaşık yarım saat önce eve gittiler, barca da odasına çekildi, uyumuş mudur, can banyoda, birazdan bana iyi geceler dilemek için salona uğrayacak; pencereye oturmuş buz tutan asfalta bakarak sigara içiyorum ve aklımdan geçen birtakım cümleleri unutmamak için gözlerimi sokağa kapıyorum, hayalini duyduğum şarkı kafamı karıştırıyor. hiçbirşeyi tamamen unutmam, yaşadıysam. bir an gelir ve su içerken hatırlamadığım biri, onunla az çok ilgili başka biri ya da bir olay tarafından tetiklenerek şimdime yerleşir. can iki gün önce isveç’ten döndü. istanbul’dan ayrıldığı günün (onüç ağustos) hemen hemen her anını tekrar yaşıyorum, iki gündür tekrar, ve tekrar ayrılıyor can şehirden, kafalarımız yola düşmek üzere, peyote’ye gidiyoruz hüzünle gülüşerek, kendimizi yalnız hissediyoruz, kalabalık olan biziz oysa, örneğin metroda, yalnız olansa uçakta. telefona sarılıyorum, sanki kalabalığı arttırarak giderebileceğim bir yalnızlık hissiymiş gibi. böylece şehir, şehirden ayrılıyor, biz de peyote’den, birlikte olmamıza rağmen anca iki kişi çıkıyor bizden ayrı ayrı, düpedüz üzgünüm yani. daha dolmuşa bile binemeden elim ayrılıyor, çünkü birkaç saniye önce elimi kaldırarak eliyle “bu”nun ona garip geldiğini söylüyor, inanıyorum. işte, pencerenin önünde kollarımı eksidört santigrata açışımın sebebi bu, ve tam olarak şimdi, o mektubun içinden bir bölüm, birkaç yeni düzeltmeyi saymazsak aynen akatlar’daki bir üçüncü kata yansıyor parlayan asfalttan. “iyi geceler abi”. birazdan unutmaya çalışacağım hatıranın canla ve şimdisiyle hiçbir alakası yok.

kağıt-kalem buldum, artık yazıyorum, ne olduğunu bilmeden, ve görünen o ki hiçbir şeyi unutamıyorum. pek çok şey okunabilir artık, konuyla ilgili, onunla, yaşadıklarımla ilgili. ve ne yazık ki hepsi, hastalıklı cümleler olacak, yani sanırım. çünkü kelimelerimiz hastalıklı. elbette bunun sorumlusu biziz, kelimelerin bir suçu yok. biz derken, insanlığı ya da bir grup insanı kastetmiyorum, büyük hedefleri olan biri değilim, sadece ikimizden bahsediyorum. kelimelerimiz hastalıklı, çünkü gördüğüm kelimeleri hastalıklı, ona dair kelimelerim hastalıklı, çünkü beceriksiz olan benim, o değil. çünkü fanuslarda hastalıksız yaşanan yanılsamalardan nefret ediyorum, güvensiz yumuşaklığın kepazeliğinden nefret ediyorum, çünkü acının hüzün arkasına saklanmasından, mutsuzluğun ve yalnızlığın huzursuzluk, arzununsa sözün arkasına saklanmasından nefret ediyorum, suçluluk duygusunun yarım ağızlı bir gülümsemenin, yarım ağızlı bir gülümsemenin solgun bir elin arkasına saklanmasından nefret ediyorum, çünkü sırtlardaki yükü paylaşmaktansa bir çuval tuğla gibi yere atmaya çalışmaktan nefret ediyorum, sanki atılabilirmiş gibi, çünkü ondan nefret etmiyorum. ‘kötü’ biri olduğu söylenmiş ve kendisini bir şekilde buna inandırmaya çalışan, en azından benimle ilişkili fiillerinde (il-ler batsın, il-le başlayan bütün sözcükler) bunu gösteren birini iyi olduğuna ikna etmek olanaksız. çünkü işin içinde yalnızlık var, yalnızlıktan fışkıran güçlü olma hali var, bağsur gibi, o yalnız, ben yalnızım, herkes yalnız, ve hepimiz güçlüyüz, her şeyi yerlebir edebilecek kadar, yalnızlığını kabullenememekten oluşan herşeyi, kibirden oluşan herşeyi. ah, afedersin, kibir de delici bir kelime. garip ya da acımasız gelebilir söylediklerim, ama maalesef böyle, hedefi olduğu için acımasız görünüyor olabilir, hani saldırı gibi, oysa bütün sözlerin hedefi vardır ve bütün sözler saldırı değildir. yazık. kendimi zorladığım bir samimiyet duygusuyla ve paragrafın tamamının diline hiç de uygun olmayarak şunu da ekleyebilirim: bedenini aramayan bir hayaleti sevemezsin.

yukarıdaki cümleye inanmak istemiyorum. böyle hayaletlerin asıl sorunu galiba bir sır varmış gibi davranmaları ve onu aramaları, bir şey var ve o şey ortaya çıkınca herşey değişecek, bütün yaşam, bense "varolan tek sır, bir sır olduğunu sanan insanların olmasıdır" diyen adamın yakınındayım ve cümledeki yüklemle bir sorunum yok, nesneyle var, sonra nesneye bağlı olarak özneyle, eh, hal böyle olunca, özneye bağlı olarak yüklemle de sorun doğması kaçınılmaz. birazdan yazacaklarımı hiç yazmasam daha iyi, dehşet içindeyim. yirmisekiz ocak, altı kırküç, sabaha karşı; yeniden kar yağmaya başladı, ve hala pencereyi kapamadım. kendimi haksızlık edilmiş, ihanete uğramış, ve bir şekilde geride kalan hayatımın bir bölümünden bazı kaka sıfatlarla süslenmiş olarak mahrum bırakılmış hissediyorum. yine de ağzımı açtığım söylenemez. eğer açarsam, ancak ancak şunları sorabilirim: pencereyi kapamalı mıyım, hasta olur muyum, ama sormuyorum, cevaplar zaten bende var: pencere açık olsa da bir şekilde kapalı ki şu an oturduğum yerden soğuyu hissetmiyorum, ve hasta olmam, çünkü zaten hastayım, bilimsel adı “ince hastalık”, ve bu hastalığın tüm inceliklerini halihazırda ve bedenimde barındırıyorum. geçmiş olsun. öte yandan, bütün il-lerin aksine bütün bağ-ları seviyorum. hatta bağlara olan sevgim öylesine büyük ki uydurduğum birtakım sözcükler bile var ve benden önce varolan bazı sözcükleri de sırf bu sevgim yüzünden yanlış yazıyorum. bazılarının son harfleriyse başucumda, ve onda uyanmamız gerekiyor, saatleri kurduk, kalkamayacağım, uykum yok. iyi geceler.

z
z
z


üç şubat, iki kırkbir, gece; kaç gün geçmiş. yıl? dışarısı karanlık ve soğuk, ay görünmüyor, gölgeler casusluk peşinde, camdaki buğu birazdan aşağıya iner, gülizarda yapraklar, dikenler, dokularında su damlacıkları, çiçekler, ve diğer bahçeler. sadece gece işte. burada bitirmem gerek bu metni, mektubu, her ne haltsa, ne anlatıyor yine bilmiyorum, anlatıyorsa eğer, benim bilmediğim bir şeyi bana rağmen anlatıyordur ve anlamadığım ya da anlatamadığım için yine beni suçluyordur. oysa bütün suç harflerde, dikenlere çiçeklerden daha dayanıklı olan harflerde.

odayı bir şarkı dolduruyor, kulaklarımın arasında yıldızların sesi ve şimdi, ayrıldığım yere doğru gülümseyebilirsem, sonsuza dek bana güvenme. sadece bir adamım işte.

sevgiler,

20 Ocak 2008 Pazar

cluny,

"iş rüyalara geldiğinde, şehir türünden olan şeyleri kolektif düşler olarak kabul ediyordu tatarlar, ama onu diğerlerinden ayırıyorlardı çünkü şehri düşlere karıştırmak gibi bir şeydi bu, bu yüzden de ciddi insanlara itici gelen bir çocuksuluğa bürünürlerdi.
polanco hemen her zaman şöyle başlardı konuşmaya: bana bakın, rüyamda bir meydandaydım ve yerde bir kalp buldum. eğilip aldım, atıyordu, bir insan kalbiydi ve atıyordu, sonra onu çeşmeye götürüp elimden geldiğince yıkadım, çünkü üzerine yapraklar ve tozlar yapışmıştı, ve onu rue de l’abbaye’deki polis karakoluna götürdüm. hepsi düzmece, der marrast. onu yıkadın ama sonra saygısızca eski bir gazeteye sarıp ceketinin cebine koydun. nasıl ceketinin cebine koysun ki, üzerinde sadece gömlek vardı, der juan. ceketim vardı, der polanco, kalbi karakola götürdüm ve bana bir makbuz verdiler ki rüyanın en acayip bölümü buydu. onu onlara vermedin, der tell, onu evine götürüp altın sürgülü dolabına sakladığını gördük. altın sürgülü polanco, diyerek güler calac nezaketsizce. kalbi karakola götürdüm, der polanco. olabilir, der nicole, ama ikincisiydi herhalde çünkü en azından iki tane olduğunu gayet iyi biliyoruz. bisbis, bisbis der feuille morte. düşünüyorum da, der polanco, yirmi tane falan bulmuşumdur. yüce israil tanrısı, rüyanın devamını unuttum. onları place maubert’de bir çöp yığınının altında buldun, der paredrosum, seni los matelots kafesinden gördüm. hepsi de güm güm atıyordu, der polanco heyecanla. yirmi kalp buldum, karakola teslim ettiğimi de sayarsak yirmibir, ve hepsi deli gibi çarpıyordu. polislere götürmedin, dolaba sakladığını gördüm. ne fark eder, çarpıyordu ya, der paredrosum uzlaşarak. olabilir, der tell, çarpıp çarpmamaları beni hiç ilgilendirmez. kadın dediğin böyle olmalı, der marrast, ortada çarpan bir kalp var ama onun gözü altın sürgüden başka bir şey görmüyor. kadın düşmanlığı yapma, der paredrosum. bütün şehri kalpler basmıştı, der polanco, çok iyi hatırlıyorum, çok acayipti. en başta sadece tek bir kalbi hatırladığıma inanamıyorum. bir yerden başlaman gerekiyordu, der juan. hepsi de çarpıyordu, der polanco. bunun onlara ne faydası oldu? der tell."

18 Ocak 2008 Cuma

descripcion de un sueno

kalabalık bir cenaze evinde sonlanan henüz tasvir edilmemiş bir rüyanın nasıl başladığını anlatabilmek, her zamanki gibi şimdi de cesaret gerektiren bir iş. özellikle, şehrin diğer yakasında birkaç gün önce öldüğüm ve bu vakanın rüyanın ötesinde, şehirde olduğu düşünülürse. kolayına kaçıp, karakterleri sıralayabilirim artarda, şüphesiz artemis’le başlayarak, ve fakat, bu yolun da önü şu an aşılması olanaksız uykuduvarla kesik, anıduvar ise kulakları kör etti. her şeyden önce şehirden bahsetmenin gerekliliğinin de bilincindeyim, ama buna yeltenmeyeceğim bile. “orada her şey daha kötü olabilir, orada öldürebilirler insanı”.

bir tür iğne iplik sarmalı. bir iplik, dört iğne, ikisi toplu, ve müstakbel dikiş.

artemis birinin adı, diğerinin athena; afrodit ve hera, toplu iğneler, sarılmışlar karanlık raylarda, llorando. yani nerden bakarsan bak gidiş gelişli bir öykü bu, ve gerçekle bağdaşamayacak bir şekilde artemis esmer, athena sarışın, ve fakat öykü geçişli ise içindekiler de geçişli. sohbet eden iki genç var ayrıca, onyedi onsekiz yaşlarında, belki de birbirlerine kur yapıyorlardır, bir helikopter pilotu, bir bekçi, bir de aile var, iki metro hattı, ve en önemlisi, otel var; rüya günün dışında, güneşsiz, belki aysız, en azından dolunaysız, floresanlı. ben olsam seni seçerdim diyorum muzip bir ifadeyle, elimi tutuyor artemis, başka bir şehrin seçiminin salakça olduğunu söylemek istemediğimin farkında, zaten salakça değil, sadece… üstelik şık’lar arasında kendisinin olmadığını benden daha iyi bildiğine şüphem yok, bir tanrıdan bahsediyorum, artemis’ten. tanrı tanrı olmasına da, rüyada bile çenemi tutamam ben, artemis değilsin sen, şeytansın! oteldeki odam sıradan bir otel odası sayılabilir, yatak, komodin, tv, minibar, banyoda lavabo ve duş, ve odanın içinde bir oda daha var, kahverengi halı ve açıkkahverengi duvarkağıdı kaplı ve hiçbir şey barındırmayan bir oda, belki beni bile, televizyonlu oda diyorum ben oraya, çünkü rüyayı izlediğim yer orası, uyuduğum yer ise elbette asıl odadaki yatak. yalnız kafama takılan bir şey var, ve bu şeyle ilgili emin olduğum iki başka şey: ilki, duşu odaya sonradan eklediğim, ikincisiyse rüya boyunca zaten orda olduğu. hiç banyoya girmedim, tuvalete bile girmedim, ki rüyanın birkaç gün sürdüğü göz önüne alınırsa bu yüzden çok acı çekmiş olmalıyım. yani şunu demek istiyorum: duş, odada tamamen işlevsiz, şehirdeyse değil. neyse, şu ana kadar olanların özeti şöyle: artemis çok güzel, çok çekici, muhtemelen rüya boyunca beni yalnız bırakmadığı için biraz da torpil geçiyorumdur, ve fakat ona kusursuzluğa o en yakın anda şeytan diyorum, ki bir bakıma öyle, bana zarar veriyor, acı çektiriyor, güvenli olabilecek bir rüyayı tamamen güvensiz ve her tür etkiye açık bir hale getiriyor, artemis benim dışımda, onu tutuyorum, kavrıyorum, ve ben artemis'im, düpedüz aşığım yani, köpek gibi. işte athena da paragrafın tam da burasında devreye giriyor ve ben onun bize bakışını anlatmaya korkuyorum.

şimdi tümüyle önüme serilen, ve gizlisiz saklısız bir cenaze barizliğinde yeniden doğan bu rüyanın içinden nasıl çıkacağımı bilmiyorum, isimleri, sadece özel isimleri kullanarak daha önce defalarca yaptığım garip ve anlamsız söz oyunlarına geri dönmek istediğimi söyleyemem, onun yerine şehri nasıl anlatabilirim onu düşünmek lazım, yazar anlatmış gerçi, kusursuza yakın, yine de denemek gerek başka yollar bulmayı, ve “bu sırada şehirden konuşulacak”, bu sırada, ve yine onun dediği gibi: “alıntılanacak ya da alıntılanmayacak bir şiir bile var”, yalnız bu seferki abuk sabuk bir çeviri. üstelik şu ana kadar yazılanları kimsenin anlamadığına bahse girerim, belki bir, çok çok iki kişi. o yüzden hiçbir şey yokmuş gibi yapalım en iyisi, hiç rüya görmemişiz gibi. ve bir şekilde altını oyup yarıda bıraktığım bütün rüyalar beni bağışlasınlar; çünkü anlatılması gerekeni anlatmayıp çorbadenizde huzurlu bir iskele kuşu gibi yüzmeyi tercih etmek zorundayım. çünkü bence de anlatmak bir şeyleri düzene koymaktır, ve şu an bağdaş kurup oturduğum koltukta kafamı koparacağımı bilmek beni dehşete düşürmeye yetiyor. öte yandan onlar, onları gördüğüm an bağışlandılar.


“gece girerim şehrime, gece inerim
orada kah beklerler, kah atlatırlar beni, kaçmam gerekir ille de
iğrenç bir randevudan, artık adı olmayan bir şeyden
parmaklara, bir dolaptaki et parçalarına,
bulamadığım bir duşa verilmiş randevudan. yağmurlar iner şehrime,
şehrimin bağrını bir kanal böler
dayanılmaz bir sessizlikle geçer koskoca, direksiz gemiler
bildiğim ama geri dönüşte unuttuğum bir kadere,
şehrimi inkar eden bir kadere doğru
kimse binmez oradan, bir kişi bekler
gemiler geçse de, düz güverteden biri baksa da şehrime.

nasılını bilmeden girerim şehrime, bazen başka geceler
sokaklara ve evlere çıkarım, ve bilirim ki onlar benim şehrim değil
içimi buran o beklentiden anlarım şehrimi,
korku değil, ama onun şeklinde, onun köpeği ve benim şehrimse eğer
bilirim bir pazar yeri olacak, kapı araları, meyve tezgahları
kimbilir nerde gözden kaybolan tramvayın titreyen rayları
öyle bir yer ki gencim, ama şehrimde değil,
huzurlu duvarlar, boş, beyaz bir anıt mezar,
belki, orada hiç anıtmezar yok ama geceyi vurdu mu zaman, benim şehrimdir yeri.

bir kehanetin buğusunu yoğunlaştıran pazar yerinden giriyorum,
hala kayıtsız kehanet, iyicil bir kötülük, meyveci kadınlar bana bakıyorlar,
ve içimde bitki arzusu, beni gitmem gereken bir yere gitmeye, ve çürümeye yerleştiriyorlar,
çürüyen şeyler şehrimin gizli anahtarı, boktan bir balmumu yasemin endüstrisi,
sürünüp giden cadde, beni bilmediğim bir şeyle buluşmaya götüren,
balıkçı kadınların yüzleri, bakmayan gözleri ve caddenin yeri,
ve sonra otel, sadece bu gecelik çünkü yarın ya da başka bir gün başka bir otel olacak,
benim şehrim sonsuz otellerdir, ve hep aynı otel,
tropik verandalı, bambu panjurlu ve ince sinek telli ve kimyon ve safran kokulu,
odalar birbiri ardına temiz duvar kağıdı kaplı, hasır koltuklu,
ve pembe tavanlarda vantilatörler, hiçbir yere açılmayan kapılar,
vantilatörlü ve kapılı başka odalara açılan kapılar,
buluşmalarda gizli bağlantılar, ille de girmek ve geçmek zorundasındır terk edilmiş oteli,
bazen bir asansörle, şehrimde boldur asansörler, hep bir asansör vardır,
şimdi içinde korkunun pıhtılaştığı, ama boştur başka zamanlar,
en kötüsü, boş olduklarında sonsuz bir seyahate çıkmaktır içlerinde,
ta ki yukarı çıkmayı bırakıp, şehrimde yanlamasına kaymaya başlayana dek,
zigzaglar çizerek ilerleyen cam kutular gibi asansörler
iki bina arasındaki köprüden geçer, ve şehir aşağıda açılır, baş dönmesi artar,
çünkü tekrar gireceğim otelin ya da artık otel olmayan bir şeyin ıssız koridorlarında,
o sonsuz malikane, bütün asansör ve kapılar, bütün koridorlarla gidilen,
ve asansörden inip bir banyo ya da tuvalet araman gerekir
çünkü, nedeni yoktur, çünkü randevu
bir banyo ya da tuvalettir, bir randevu değil,
ayağında şortun, bir banyo aramaktır, elinde bir kalıp sabun bir de tarakla,
ama hep havlusuz, havluyu ve tuvaleti bulmak zorundasındır,
şehrim sayısız kirli tuvalettir, kapılarında dikiz delikleri,
kilitsiz, amonyak kokulu, ve duşlar
pis zeminli koca bir odadır,
ve bir insan trafiği geçer içinden, şekilsiz insanlar
ama orada duştadırlar, duşların yanındaki tuvaletleri doldururlar,
ben de orada yıkanmak zorundayım ama, hiç havlu yok,
tarakla sabunu koyacak, giysilerimi asacak yer de yok, çünkü bazen şehirde giysilerim vardır,
ve duş alıp randevuya gideceğim,
şehrin yüksek kaldırımlarından geçeceğim, şehrimdeki bir caddeden,
kırlara giden, beni kanaldan ve tramvaylardan uzaklaştıran bir caddeden,
hantal parke taşları ve çitler boyunca,
düşmanca tesadüfleri, hayalet atları ve talihsizlik kokusu boyunca.

sonra şehri geçer otelime girerim
ya da otelden, sidik ve dışkı kokan tuvaletler mıntıkasına,
ya da sana gelirim, sevgilim, çünkü bir keresinde senle gitmişimdir şehre
yabancı, şekilsiz yolcularla dolu bir tramvay içinde.
anladım bulantının geleceğini, köpeğin olacağını ve denedim
seni kendime bastırmayı, korkudan korumayı,
ama pek çok gövdeler girdi aramıza ve şaşırtıcı bir hamleyle seni aşağı attıklarında,
takip edemedim, iğrenç kucaklar ve yüzler sakızıyla savaştım,
duygusuz bir kondüktörle, süratle ve zillerle,
kendimi kurtarıp bir köşeye attım sonunda, günbatımı bir meydanda yalnızdım,
ve biliyordum bağırdığını, şehrimde kaybolduğunu, çok yakın ama bulunmaz olduğunu,
ebediyen kaybolmuştun şehrimde, köpek buydu işte, randevu buydu,
cazibesiz bir randevu, ebediyen ayrılmıştık şehrimde.
ne otel ne asasör ne duşlar olacaktı senin için, bir yalnızlık korkusu,
birisi konuşmadan yanına gelip, solgun parmağını ağzına kaparken.

ya da diğer seçenek, şehrime bir gemiden bakmak,
kanaldan geçen direksiz bir gemiden, bir örümcek sessizliği
ve ulaşamayacağımız bir yere doğru ağırlaştırılmış bir gidiş,
çünkü öyle bir an gelir ki hiç gemi kalmaz, her şey garlar ve yanlış trenlerdir artık,
kayıp valizler, sayısız yönler
ve yerine birden yenisi konan trenler, gar yoktur artık,
treni bulmak için karşıya geçmelisin. ve kayıptır valizler,
ve kimse bir şey bilmez, her şey katran
ve duygusuz kondüktörlerin üniforması kokar,
hareket halindeki o vagona çıkana kadar, hiç bitmeyen bir trende yürüyeceksin,
birbirine yanaşmış insanların yorgun mobilyalı odalarda uyuduğu,
kara perdeli odalarda ve toz ve bira soluduğu,
ve trenin öbür ucuna gitmeye mecbur olacaksın, çünkü orada bir yerde
kim olduğunu bilmediğin biriyle buluşacaksın, bilinmeyen biriyle bir randevu,
ve kayıp valizler,
ve sen, zaman zaman, istasyondasın da, trenin
başka bir tren, köpeğin başka köpek, hiç buluşamayacağız sevgilim,
seni yine kaybedeceğim, ister tramvayda ister trende olsun, ayağımda şort
koşacağım,
kompartımanlarda uyuyan kalabalık arasında, menekşe rengi bir ışık
köreltecek o tozlu keteni, şehrimi gizleyen perdeleri.”

16 Ocak 2008 Çarşamba

yaprak kıpırtısı

encarnación'dan çıktığımdan beri yoldayım, uyku yok, mola yok, yemek yok, (tabii). gece, kasırga, yağmur, içinde yürüyorum, kılık sade, bilhassa şartlar düşünülürse; sızlanmıyorum. gecesiz, yağmursuz, kasırgasız herhangi bir sokak lambasının altında durduğumu söylemeye cesaret edemiyorum. sokak lambası, tepenin üstünden görünen bir vaha, gecenin ortasında bir delik, dışarıdakileri yoğunlaştırarak içeri çeken küçük bir delik, geceyi örneğin, yağmuru, kasırgayı... cezbe: kendi kendimi ikna edene, haksız bir şikayeti gereksiz bir söylenmeye dönüştürene dek tekrarladığım bir sıfat, bir fiil, ve ben, "çı-rıl-çıp-lak, yü-rü-yor-um", herhangi bir sokak lambasının altında duruyorum. yerdeki ışık gözümde yansıyor, sarı, eğilip alıyorum, yüzüm kayıp bir kol saatinin metalinde parlıyor, bileğime takmaya çalışıyorum, kayıp düşüyor, hoşuma gidiyor, kayıp düşüyor, hatta eğleniyorum, kayıp düşüyor; kol anlamını yitirdikten sonra yalnızca saat kalıyor geriye, bilmemkaçıncı eğe kemiğinin üstüne takıyorum: tik-tak, tik-tak, takırtılar, ya da, güm-güm, güm-güm, gümbürtüler, karışıyor birbirine; ayaklarım pek de büyük olmayan bir su birikintisinin içinde. söyleniyorum: yansımalar, zaman, birbirine karışan likit yansımalar zaman, ve devam ediyorum isteksizce: yarını kapsayan ya da yarının kapsadığı her şey, kısaca yarın, ya da dün, bugün, daha da ileri gitmemek için kendimi zor tutuyorum, ama gidiyoruz (bir harfi değiştiriyorsun ve bu hamlenin, hilenin, fark edilmeyeceğini sanıyorsun, pis herif): şimdiye ulaşıyoruz, şimdi, problematik. bindokuzyüzseksensekiz'de başka bir sözcüktü bu mesela, şimdi başka (aferin!), gelecekte daha da başka olabilir, arzudan bahsedersek.
sokak, ağaçlar, yürüyüş, hareket, ses, söz, yani düşünce, yaşam, ve beraberinde, ve uzakta bir yerde, yerin altında diyelim, ölüm. çırılçıplak söylenmekten sıkılıyorum, üstelik gece, yağmur, kasırga, (onu da iliştirsene buraya, sahtekar!), ölüm, yaprakların ölümü. yattığı yerde bayat bir iskelet, iskelete yapışan taze cesetler, ölü yapraklar, yeni dokular, yepyeni damarlar, kan, ve tekrar zaman: yaprakadam. adam derken, elbette insanı kastediyorum ve diğerinden ayırmıyorum olumlayarak, ne de olsa bütün iskeletler birbirine benziyor gözler alışana dek; taze göz, diyerek kahkaha atıyorum. henüz bacaksızken okuduğum bir öyküyü hatırlıyorum: yolun ortasında pek de küçük olmayan bir su birikintisine fırlatılıp içinde yok olan bir çocuk; basit bir eğlence, bir oyun veya kavga, ya sonra? yazarı kimdi ve neden yazmıştı bilmiyorum, nihayetinde güçsüz, hatta anlamsız sorular soruyorum sızlanarak, kafam karışık belki (belli ki). tam zamanında el paso'ya varıyorum, el paso'da bir otel odasına, (buna benzeyen bir odam vardı tula'da), odanın diğer ucuna yürüyorum, gecesiz, kasırgasız, yağmurlukla, masaya oturuyoruz, üstünde bir tas var (sen koydun bu uğursuz şeyi buraya, bırak kaldırayım!), bükülüp eğiliyoruz ikimiz birden, yağmur yeniden başlıyor, kasırga geride kalıyor, gece zaten hiç olmadı, tasın içine bakıyoruz: ölü yapraklar, taze dokular, su, birikinti, çamur, zaman; pencerede gölgeli sesler, kulaklar tasa yapışık, güm-güm, güm-güm, tik-tak, tik-tak, adamyaprak.

10 Ocak 2008 Perşembe

"julio martinez morales, kitap fuarı, madrid, haziran 1994"

“şimdi fuar’da gezinirken size şair onuru hakkında bir şey anlatacağım. ben şairim, ve yazarım. eleştirmen olarak da isim yaptım. hesap bilmeyen için 7 x 3 = 22 stant var, ama aslında çok daha fazla. kısıtlı olan görüşümüzdür. yine de bu fuar’ın güneşi altında kendime bir yer edinmeyi başardım. kaza yapmış arabalar, yazının sınırları, 2 x 2 = 4’ler geride kaldı; bedeli yüksek oldu. bir balkondan kanlar içinde sarkan A ile E geride kaldı, ama bazen rüyalarıma giriyor, hala. iyi yetiştirilmiş biriyim. sadece kibar hapishaneleri tanıdım. öte yandan, şiir ve hapishane her zaman birbirlerine yakın olmuşlardır. herşeye rağmen, melankoli bana her zaman çekici gelmiştir. yedinci uykumda mıyım, yoksa gerçekten fuar’ın öbür ucunda horozların öttüğünü mü duydum? o da olabilir bu da. horozlar tan vakti öterler, oysa saatime göre öğlen on iki. fuar’da uyurgezer gibi dolanıyorum ve benim kadar sarhoş dolanan meslektaşlarımı selamlıyorum. sarhoş x sarhoş = edebiyat cennetinde bir hapishane. dolanıyorum. dolanıyorum. şairlerin onuru: soluk bir mahkumiyet gibi dinlediğimiz şarkı. sergilenen kitaplara bakan, karanlık ceplerinin dibinde bir umut gibi kuruşlar arayan genç yüzler görüyorum. 7 x 1 = 8 diyorum içimden, yan gözle genç okurlara bakıyorum, bu tanımadığım, gülümseyen yüzlerde aysberg gibi şekilsiz ve uyuşuk bir imge beliriyor. hepimiz A ile E harflerinin asılı durduğu balkonun altından geçiyoruz; kanlar hepimizin üzerine damlıyor; hepimiz sonsuza dek kirleniyoruz. ama balkon da bizler gibi solgun, ve bir solgun, hiçbir zaman başka bir solguna saldırmaz. öte yandan, içimi dökmek için söylüyorum, balkon da bizimle dolanıyor. başka yerlerde buna mafya deniyor. bir büro görüyorum, açık bir bilgisayar görüyorum, ıssız bir koridor görüyorum. solgunluk x aysberg = korkumuzun insanlarla doldurduğu ıssız bir koridor. fuarın koridorunda dolanan insanlar kitap aramıyorlar, gerçeklerimizin boşluğuna işaret eden bir gerçek arıyorlar. en büyük çaresizlik anlarında hayatı böyle yorumluyoruz. koyun sürüleri. cellatlar. neşter bedenleri doğruyor. A ve E x kitap fuarı = başka bedenler, hafif, akkor gibi, sanki dün gece yayıncım kıçıma bir tekme atmış. blanchot olsa, ölmek verilebilecek en iyi cevap gibi geliyor, derdi. 31 x 31 = 962 tane iyi neden. dün bu kentin sunağında genç bir yazarı kurban ettik. kanı hırslarımızın alçak rölyeflerinden damlarken kitaplarımı ve unutulmayı düşündüm, ve nihayet işte anlamlı olan bir şey. bir yazar, işte koyduğumuz kural bu, bir yazara benzememeli. bir bankacıya benzemeli, pek fazla titrekleşmeden yaşlanacak bir hanım evladına, bir matematik profesörüne, bir hapishane sorumlusuna benzemeli. ağaç gibi olmalı. işte böyle, akla zarar, dolanıp duruyoruz. ağaçlığımız x balkonun solgunluğu = zafer koridorumuz. gençler, okurlar, dolaylı anlatım yoluyla, nasıl olur da anlamazlar bir yalancılar güruhu olduğumuzu? bir göz atmak yeter! yine de fark etmiyorlar, ve biz hiç fark edilmeden döktürüyoruz: 8, 5, 9, 8, 4, 15, 7; dolanabiliyoruz ve birbirimizi selamlıyoruz (en azından ben herkesi selamlıyorum, jüri üyelerini ve cellatları, patronları ve öğrencileri, herkesi), ibnenin heteroseksüelliğine, iktidarsızın erkekliğine, boynuzlunun lekesiz onuruna övgüler yağdırıyoruz. kimsenin gıkı bile çıkmıyor: utanma diye bir şey yok. sadece, birinin gizemli bir saatte anlaşılmaz bir nedenle bizim için yaktığı ateşe doğru sürünerek giderkenki sessizliğimiz var. hiçbirşeyi rastlantıya bırakmasak da bize rastlantılar yol gösteriyor. büyüklerimiz bize “yazar bir denetçidir” dedi ya, biz son katresine dek bu vecizenin peşini bırakmıyoruz. yazar bir köşeyazarına benzemeli. yazar bir cüceye benzemeli ve yaşamını MUTLAKA sürdürmeli. hele bir de okumamız gerekmese, yaptığımız iş hiçlikte asılı kalmış bir nokta olacak, en basite indirgenmiş bir mandala olacak; sessizliğimiz, ölümün öte tarafına basan ayağımız olacak. fanteziler. fanteziler. geçmişte kalan isteğimiz aslan olmaktı, bugünse hadım edilmiş kedileriz. boğazlanmış kedilerle evlenen hadım edilmiş kediler. komedi gibi başlayan herşey bir şifreleme egzersizi olarak son buluyor.“