yirmiyedi ocak, onbir ellidört, gece; bir yıl önce tıpkı böyle başlayan bir mektup yazdım, o güne dek dinlenmemiş bir şarkının yokladığı zayıf kapıdan. evet, mektup dedim az önce. yazarken çıkaramamıştım ne olduğunu, bu yüzden “metin, mektup, her ne haltsa” adını verdiğim ve alıcısına ulaştırmayacağımı sandığım bir metin, mektup, her ne haltsa yazıyordum, ama ulaştırdım, dört şubattan beri mektup, nerdeyse bir yıl oldu.
yirmisekiz ocak, beş sıfıryedi, sabaha karşı; hiç uykum yok. sanırım buna da bir isim ve en önemlisi bir başlık bulmakta zorlanacağım. neyse, sonra hallederim, düşünemiyorum şimdi. mert ve volkan yaklaşık yarım saat önce eve gittiler, barca da odasına çekildi, uyumuş mudur, can banyoda, birazdan bana iyi geceler dilemek için salona uğrayacak; pencereye oturmuş buz tutan asfalta bakarak sigara içiyorum ve aklımdan geçen birtakım cümleleri unutmamak için gözlerimi sokağa kapıyorum, hayalini duyduğum şarkı kafamı karıştırıyor. hiçbirşeyi tamamen unutmam, yaşadıysam. bir an gelir ve su içerken hatırlamadığım biri, onunla az çok ilgili başka biri ya da bir olay tarafından tetiklenerek şimdime yerleşir. can iki gün önce isveç’ten döndü. istanbul’dan ayrıldığı günün (onüç ağustos) hemen hemen her anını tekrar yaşıyorum, iki gündür tekrar, ve tekrar ayrılıyor can şehirden, kafalarımız yola düşmek üzere, peyote’ye gidiyoruz hüzünle gülüşerek, kendimizi yalnız hissediyoruz, kalabalık olan biziz oysa, örneğin metroda, yalnız olansa uçakta. telefona sarılıyorum, sanki kalabalığı arttırarak giderebileceğim bir yalnızlık hissiymiş gibi. böylece şehir, şehirden ayrılıyor, biz de peyote’den, birlikte olmamıza rağmen anca iki kişi çıkıyor bizden ayrı ayrı, düpedüz üzgünüm yani. daha dolmuşa bile binemeden elim ayrılıyor, çünkü birkaç saniye önce elimi kaldırarak eliyle “bu”nun ona garip geldiğini söylüyor, inanıyorum. işte, pencerenin önünde kollarımı eksidört santigrata açışımın sebebi bu, ve tam olarak şimdi, o mektubun içinden bir bölüm, birkaç yeni düzeltmeyi saymazsak aynen akatlar’daki bir üçüncü kata yansıyor parlayan asfalttan. “iyi geceler abi”. birazdan unutmaya çalışacağım hatıranın canla ve şimdisiyle hiçbir alakası yok.
kağıt-kalem buldum, artık yazıyorum, ne olduğunu bilmeden, ve görünen o ki hiçbir şeyi unutamıyorum. pek çok şey okunabilir artık, konuyla ilgili, onunla, yaşadıklarımla ilgili. ve ne yazık ki hepsi, hastalıklı cümleler olacak, yani sanırım. çünkü kelimelerimiz hastalıklı. elbette bunun sorumlusu biziz, kelimelerin bir suçu yok. biz derken, insanlığı ya da bir grup insanı kastetmiyorum, büyük hedefleri olan biri değilim, sadece ikimizden bahsediyorum. kelimelerimiz hastalıklı, çünkü gördüğüm kelimeleri hastalıklı, ona dair kelimelerim hastalıklı, çünkü beceriksiz olan benim, o değil. çünkü fanuslarda hastalıksız yaşanan yanılsamalardan nefret ediyorum, güvensiz yumuşaklığın kepazeliğinden nefret ediyorum, çünkü acının hüzün arkasına saklanmasından, mutsuzluğun ve yalnızlığın huzursuzluk, arzununsa sözün arkasına saklanmasından nefret ediyorum, suçluluk duygusunun yarım ağızlı bir gülümsemenin, yarım ağızlı bir gülümsemenin solgun bir elin arkasına saklanmasından nefret ediyorum, çünkü sırtlardaki yükü paylaşmaktansa bir çuval tuğla gibi yere atmaya çalışmaktan nefret ediyorum, sanki atılabilirmiş gibi, çünkü ondan nefret etmiyorum. ‘kötü’ biri olduğu söylenmiş ve kendisini bir şekilde buna inandırmaya çalışan, en azından benimle ilişkili fiillerinde (il-ler batsın, il-le başlayan bütün sözcükler) bunu gösteren birini iyi olduğuna ikna etmek olanaksız. çünkü işin içinde yalnızlık var, yalnızlıktan fışkıran güçlü olma hali var, bağsur gibi, o yalnız, ben yalnızım, herkes yalnız, ve hepimiz güçlüyüz, her şeyi yerlebir edebilecek kadar, yalnızlığını kabullenememekten oluşan herşeyi, kibirden oluşan herşeyi. ah, afedersin, kibir de delici bir kelime. garip ya da acımasız gelebilir söylediklerim, ama maalesef böyle, hedefi olduğu için acımasız görünüyor olabilir, hani saldırı gibi, oysa bütün sözlerin hedefi vardır ve bütün sözler saldırı değildir. yazık. kendimi zorladığım bir samimiyet duygusuyla ve paragrafın tamamının diline hiç de uygun olmayarak şunu da ekleyebilirim: bedenini aramayan bir hayaleti sevemezsin.
yukarıdaki cümleye inanmak istemiyorum. böyle hayaletlerin asıl sorunu galiba bir sır varmış gibi davranmaları ve onu aramaları, bir şey var ve o şey ortaya çıkınca herşey değişecek, bütün yaşam, bense "varolan tek sır, bir sır olduğunu sanan insanların olmasıdır" diyen adamın yakınındayım ve cümledeki yüklemle bir sorunum yok, nesneyle var, sonra nesneye bağlı olarak özneyle, eh, hal böyle olunca, özneye bağlı olarak yüklemle de sorun doğması kaçınılmaz. birazdan yazacaklarımı hiç yazmasam daha iyi, dehşet içindeyim. yirmisekiz ocak, altı kırküç, sabaha karşı; yeniden kar yağmaya başladı, ve hala pencereyi kapamadım. kendimi haksızlık edilmiş, ihanete uğramış, ve bir şekilde geride kalan hayatımın bir bölümünden bazı kaka sıfatlarla süslenmiş olarak mahrum bırakılmış hissediyorum. yine de ağzımı açtığım söylenemez. eğer açarsam, ancak ancak şunları sorabilirim: pencereyi kapamalı mıyım, hasta olur muyum, ama sormuyorum, cevaplar zaten bende var: pencere açık olsa da bir şekilde kapalı ki şu an oturduğum yerden soğuyu hissetmiyorum, ve hasta olmam, çünkü zaten hastayım, bilimsel adı “ince hastalık”, ve bu hastalığın tüm inceliklerini halihazırda ve bedenimde barındırıyorum. geçmiş olsun. öte yandan, bütün il-lerin aksine bütün bağ-ları seviyorum. hatta bağlara olan sevgim öylesine büyük ki uydurduğum birtakım sözcükler bile var ve benden önce varolan bazı sözcükleri de sırf bu sevgim yüzünden yanlış yazıyorum. bazılarının son harfleriyse başucumda, ve onda uyanmamız gerekiyor, saatleri kurduk, kalkamayacağım, uykum yok. iyi geceler.
z
z
z
üç şubat, iki kırkbir, gece; kaç gün geçmiş. yıl? dışarısı karanlık ve soğuk, ay görünmüyor, gölgeler casusluk peşinde, camdaki buğu birazdan aşağıya iner, gülizarda yapraklar, dikenler, dokularında su damlacıkları, çiçekler, ve diğer bahçeler. sadece gece işte. burada bitirmem gerek bu metni, mektubu, her ne haltsa, ne anlatıyor yine bilmiyorum, anlatıyorsa eğer, benim bilmediğim bir şeyi bana rağmen anlatıyordur ve anlamadığım ya da anlatamadığım için yine beni suçluyordur. oysa bütün suç harflerde, dikenlere çiçeklerden daha dayanıklı olan harflerde.
odayı bir şarkı dolduruyor, kulaklarımın arasında yıldızların sesi ve şimdi, ayrıldığım yere doğru gülümseyebilirsem, sonsuza dek bana güvenme. sadece bir adamım işte.
sevgiler,
yirmisekiz ocak, beş sıfıryedi, sabaha karşı; hiç uykum yok. sanırım buna da bir isim ve en önemlisi bir başlık bulmakta zorlanacağım. neyse, sonra hallederim, düşünemiyorum şimdi. mert ve volkan yaklaşık yarım saat önce eve gittiler, barca da odasına çekildi, uyumuş mudur, can banyoda, birazdan bana iyi geceler dilemek için salona uğrayacak; pencereye oturmuş buz tutan asfalta bakarak sigara içiyorum ve aklımdan geçen birtakım cümleleri unutmamak için gözlerimi sokağa kapıyorum, hayalini duyduğum şarkı kafamı karıştırıyor. hiçbirşeyi tamamen unutmam, yaşadıysam. bir an gelir ve su içerken hatırlamadığım biri, onunla az çok ilgili başka biri ya da bir olay tarafından tetiklenerek şimdime yerleşir. can iki gün önce isveç’ten döndü. istanbul’dan ayrıldığı günün (onüç ağustos) hemen hemen her anını tekrar yaşıyorum, iki gündür tekrar, ve tekrar ayrılıyor can şehirden, kafalarımız yola düşmek üzere, peyote’ye gidiyoruz hüzünle gülüşerek, kendimizi yalnız hissediyoruz, kalabalık olan biziz oysa, örneğin metroda, yalnız olansa uçakta. telefona sarılıyorum, sanki kalabalığı arttırarak giderebileceğim bir yalnızlık hissiymiş gibi. böylece şehir, şehirden ayrılıyor, biz de peyote’den, birlikte olmamıza rağmen anca iki kişi çıkıyor bizden ayrı ayrı, düpedüz üzgünüm yani. daha dolmuşa bile binemeden elim ayrılıyor, çünkü birkaç saniye önce elimi kaldırarak eliyle “bu”nun ona garip geldiğini söylüyor, inanıyorum. işte, pencerenin önünde kollarımı eksidört santigrata açışımın sebebi bu, ve tam olarak şimdi, o mektubun içinden bir bölüm, birkaç yeni düzeltmeyi saymazsak aynen akatlar’daki bir üçüncü kata yansıyor parlayan asfalttan. “iyi geceler abi”. birazdan unutmaya çalışacağım hatıranın canla ve şimdisiyle hiçbir alakası yok.
kağıt-kalem buldum, artık yazıyorum, ne olduğunu bilmeden, ve görünen o ki hiçbir şeyi unutamıyorum. pek çok şey okunabilir artık, konuyla ilgili, onunla, yaşadıklarımla ilgili. ve ne yazık ki hepsi, hastalıklı cümleler olacak, yani sanırım. çünkü kelimelerimiz hastalıklı. elbette bunun sorumlusu biziz, kelimelerin bir suçu yok. biz derken, insanlığı ya da bir grup insanı kastetmiyorum, büyük hedefleri olan biri değilim, sadece ikimizden bahsediyorum. kelimelerimiz hastalıklı, çünkü gördüğüm kelimeleri hastalıklı, ona dair kelimelerim hastalıklı, çünkü beceriksiz olan benim, o değil. çünkü fanuslarda hastalıksız yaşanan yanılsamalardan nefret ediyorum, güvensiz yumuşaklığın kepazeliğinden nefret ediyorum, çünkü acının hüzün arkasına saklanmasından, mutsuzluğun ve yalnızlığın huzursuzluk, arzununsa sözün arkasına saklanmasından nefret ediyorum, suçluluk duygusunun yarım ağızlı bir gülümsemenin, yarım ağızlı bir gülümsemenin solgun bir elin arkasına saklanmasından nefret ediyorum, çünkü sırtlardaki yükü paylaşmaktansa bir çuval tuğla gibi yere atmaya çalışmaktan nefret ediyorum, sanki atılabilirmiş gibi, çünkü ondan nefret etmiyorum. ‘kötü’ biri olduğu söylenmiş ve kendisini bir şekilde buna inandırmaya çalışan, en azından benimle ilişkili fiillerinde (il-ler batsın, il-le başlayan bütün sözcükler) bunu gösteren birini iyi olduğuna ikna etmek olanaksız. çünkü işin içinde yalnızlık var, yalnızlıktan fışkıran güçlü olma hali var, bağsur gibi, o yalnız, ben yalnızım, herkes yalnız, ve hepimiz güçlüyüz, her şeyi yerlebir edebilecek kadar, yalnızlığını kabullenememekten oluşan herşeyi, kibirden oluşan herşeyi. ah, afedersin, kibir de delici bir kelime. garip ya da acımasız gelebilir söylediklerim, ama maalesef böyle, hedefi olduğu için acımasız görünüyor olabilir, hani saldırı gibi, oysa bütün sözlerin hedefi vardır ve bütün sözler saldırı değildir. yazık. kendimi zorladığım bir samimiyet duygusuyla ve paragrafın tamamının diline hiç de uygun olmayarak şunu da ekleyebilirim: bedenini aramayan bir hayaleti sevemezsin.
yukarıdaki cümleye inanmak istemiyorum. böyle hayaletlerin asıl sorunu galiba bir sır varmış gibi davranmaları ve onu aramaları, bir şey var ve o şey ortaya çıkınca herşey değişecek, bütün yaşam, bense "varolan tek sır, bir sır olduğunu sanan insanların olmasıdır" diyen adamın yakınındayım ve cümledeki yüklemle bir sorunum yok, nesneyle var, sonra nesneye bağlı olarak özneyle, eh, hal böyle olunca, özneye bağlı olarak yüklemle de sorun doğması kaçınılmaz. birazdan yazacaklarımı hiç yazmasam daha iyi, dehşet içindeyim. yirmisekiz ocak, altı kırküç, sabaha karşı; yeniden kar yağmaya başladı, ve hala pencereyi kapamadım. kendimi haksızlık edilmiş, ihanete uğramış, ve bir şekilde geride kalan hayatımın bir bölümünden bazı kaka sıfatlarla süslenmiş olarak mahrum bırakılmış hissediyorum. yine de ağzımı açtığım söylenemez. eğer açarsam, ancak ancak şunları sorabilirim: pencereyi kapamalı mıyım, hasta olur muyum, ama sormuyorum, cevaplar zaten bende var: pencere açık olsa da bir şekilde kapalı ki şu an oturduğum yerden soğuyu hissetmiyorum, ve hasta olmam, çünkü zaten hastayım, bilimsel adı “ince hastalık”, ve bu hastalığın tüm inceliklerini halihazırda ve bedenimde barındırıyorum. geçmiş olsun. öte yandan, bütün il-lerin aksine bütün bağ-ları seviyorum. hatta bağlara olan sevgim öylesine büyük ki uydurduğum birtakım sözcükler bile var ve benden önce varolan bazı sözcükleri de sırf bu sevgim yüzünden yanlış yazıyorum. bazılarının son harfleriyse başucumda, ve onda uyanmamız gerekiyor, saatleri kurduk, kalkamayacağım, uykum yok. iyi geceler.
z
z
z
üç şubat, iki kırkbir, gece; kaç gün geçmiş. yıl? dışarısı karanlık ve soğuk, ay görünmüyor, gölgeler casusluk peşinde, camdaki buğu birazdan aşağıya iner, gülizarda yapraklar, dikenler, dokularında su damlacıkları, çiçekler, ve diğer bahçeler. sadece gece işte. burada bitirmem gerek bu metni, mektubu, her ne haltsa, ne anlatıyor yine bilmiyorum, anlatıyorsa eğer, benim bilmediğim bir şeyi bana rağmen anlatıyordur ve anlamadığım ya da anlatamadığım için yine beni suçluyordur. oysa bütün suç harflerde, dikenlere çiçeklerden daha dayanıklı olan harflerde.
odayı bir şarkı dolduruyor, kulaklarımın arasında yıldızların sesi ve şimdi, ayrıldığım yere doğru gülümseyebilirsem, sonsuza dek bana güvenme. sadece bir adamım işte.
sevgiler,
1 yorum:
Yorum Gönder