ne yani, atmosfer mi yaratayım şimdi gecenin bu saatinde, soğuk zaten, kıçım dondu, yok şu yok bu, burası öyle orası böyle, hem evde misafir var, odadaysa kutup ayısı, envanter çıkaracağım bir de - hiç gerek yok. hayır yani olur olmasına da, sırası değil, bak misal: senin ünlemlerin benim pekilerimse eğer, hepimiz çocuğuz, ne kadar çatlağımız olursa olsun, gittikçe kırılıyoruz falan demiyorum, yok öyle nane, bir yere gittiğimiz vesaire; içimizdeki çocuk şeklinde yaşamını sürdüren piç var ya, bilmeyene sır olsun: mumdan o; sonra otuzküsür dereceyi al kolunun altına, cehennemin buharı da tabanlarımızı yağlasın, burnumuzda tatlı bir yanık kokusu, bakma sen pusulaya mahruk mahruk, kutup ayıları genellikle batılıdır, saks çalanlarınınsa tamamı. hadi sheff yak bi sigara, biz de bokumuzla oynamaya devam edelim.
öyle yani. eldeki bilgileri açtığımızda ortaya dam döper sonucu çıkıyor, kaskatı, ve ne çok iyi ne çok kötü, kesinlikle kötü değil, ama iyi sayılır. ben tek çocuğum, kime ne denk gelir nasıl gelir bilmem, fakat dünyadaki tek çocuk benim, ve kariyer denen şeyi aslında severim, çünkü, metafor falan demeden, o bir sütundur, kireç boyalı ve asil bir sütun, dibine kadar gidip boydan boya üstüne işemek için. hazır laf kariyerden açılmışken: tam altmışüç sevgilim oldu, şimdi durup düşününce gücenmesinler, bir tanesi hariç hepsi de tavşandı, öyle müstehcen deyimlere konu olanlardan da değil üstelik, bildiğin tavşan, iki gözlü, iki kulaklı, ben ki ikiden hiç hoşlanmam, dünyadaki tek çocuk olarak, yine de görüyorsun, altmışikiye iki bilet lütfen, mümkünse arkalardan olsun, evet yedi kişiyiz, mümkün değil bayım, endişelenmeyin gürültü yapmayız, sessizizdir biz, emin olun, hepimiz iki kıçın üstüne oturacağız zaten, kimse farkımıza varmaz, rica ediyorum, mümkün değil bayım, mümkün değil, bayım. yukarıda bahsedilen hesaptaki eksikliği merak edenler için söylüyorum: kerevizdi, tavşan değil.
çoğalıyoruz yine, hayırlısı. teyzem de böyle bölünür görünürdü, rahmetli, cenazesine öndört kafasıyla birlikte gelmişti, ben küçüktüm o zamanlar, dört beş yaşında filan, iki kafacığım vardı henüz ve birbirlerini görmemişlerdi; nihayetinde, tahmin edilebileceği gibi defin işlemi uzun sürdü, son çıkardığı kafayı toprağa girmesi için ikna etmek çok zor oldu, pardon, sonuncu en yaygaracı olandı ve ilk o öldü, bu bahsettiğim ilk çıkan kafa, mahalledeki bütün çocuklar tam adını bilirdi ama dile getirmek bir tür çağrı anlamına geliyordu ki bu da büyüklerin öğütlediği bir şey değildi, bu yüzden ona kısaca ök derdik, benimse hiç arkadaşım olmamasına rağmen mavi-beyaz bir bisikletim vardı ve bazı kelimelerin baş harflerini birleştirmek konusunda en az hayali arkadaşlarım kadar başarılıydım; işte böylece boş boş pedal çevirerek sekizler çizerken mahallede, ök yanıma gelir, şefkatle kolumdan tutar ve başından geçmiş (ya ya‘ünlem’) o enteresan hikayelerinden birini anlatırdı, itiraf etmeliyim hoşlanırdım bu hikayelerden, kelimelerini durgun bir heyecanla ve nefes alınabilecek herhangi bir boşluk bırakmadan artarda sıralar ve bitirdikten sonra –sanırım tepki verip vermeyeceğimi görebilmek için- ağzımın bulunduğu yere bakıp kocaman gülümserdi, işte o anlarda hatırlardım tam adını ve tepkimi belirleyen burnuma gelen sidik kokusu olurdu, ta neden sonra öğrendim çok şeyin kökünün orada bulunduğunu ve bundan kaçamayacağımı, böylece bırakmadım pedal çevirmeyi, ama çişimi bırakmaya devam ediyorum, bırakmak ne kelime, gördüğüm bütün sütunlara adını yazıyorum, yukarıdan aşağıya ve büyük harflerle.
böyle böyle derken, sormayı unuttum, nasıl, ilginç bir hal almaya başladı mı, sıkılmıyorsun? getir patlamış mısırları. gördüklerinin çoğu bana ait değil, sıkılmıyorsan sebebi budur, benim ağzımsa ıslık ve çürük çiçek dolu. lukas, şşt lukas, gel oğlum, göster bakalım dişlerini, ne ayıp ne ayıp, babanın resmi de odanın içinde bir o yana bir bu yana yürürken… kendimi cezalandırmalıyım. bedenden mi başlanır, yoksa ötekinden mi? kapa çeneni, sen ikiden nefret edersin, bazı metinler vardır, var mıdır, ne kadar uğraşırsan uğraş içine giremezsin bir türlü, böyle durumlarda sorun genellikle metindedir, nahçıvan, senin bir suçun yoktur, içine girmeye çalıştığında balonun patlamasının da sebebi budur, ve senin gene bir suçun yoktur, havasını indirirsen girebilirsin, geçen gün televizyonda şöyle diyordu biri: yasama, yürütme, yetki, al jardin de la republica, ekranın öbür tarafından eklendi: yargı, yorgan… gelgelelim hissettiğim kaçma isteğinin bu durumla ilgisi yok yine, yeni, yeniden, kayahan şarkısı mıydı o da? rezalet. ama güzel günlerdi. ben de kaçıyordum göründüğü gibi, uğradınız. kesmeşekeri tutup da ucundan, azıcık batırırsın köşesini kahveye, al sana düşük kalorili tabii günler, yersen tabi. ve kendini sana açmayan bir kapı önünde hissetme sakın, diyelim ki bir kıyıköşe sinemanın, değilsin düpedüz, yani önündesin de, biletin elinde, öylece dışarıda kalmadın, kalmazsın da, birkaç saat sonraki gösterim var mesela, günlerden cumartesi, belki de sadece bilette yazan saat sabit değildir, ayrıca ayın yirmi dokuzu, madrugada, ve her bir saniyeye bir saniye denk gelmesi koşuluyla çaktırmadan yer değiştirmeye devam ediyordur, öte yandan, uğrak yerlerde oturmanın bedelini ödediğim de söylenemez aslında.
özet şu: atmosfer yaratamam şimdi, çünkü istemiyorum, sigarayı da bırakamam, haklısın, sapına kadar, ama sigaranın aksine bu origamik ağrıları da bünyemde istemiyorum, ve ıslıktaki namede, hey gidi etkileyici dünya, hak vermemek elde mi, ağrıyor işte, dünya diyorum, etkileyici, içimizdeki çocukların kıçında bok kokan ağırlıkla, benimki prematüre üstelik, aramak lazım ayıp olmasın, bunları düşünmemek elde değil nasıl olsa.
öyle yani. eldeki bilgileri açtığımızda ortaya dam döper sonucu çıkıyor, kaskatı, ve ne çok iyi ne çok kötü, kesinlikle kötü değil, ama iyi sayılır. ben tek çocuğum, kime ne denk gelir nasıl gelir bilmem, fakat dünyadaki tek çocuk benim, ve kariyer denen şeyi aslında severim, çünkü, metafor falan demeden, o bir sütundur, kireç boyalı ve asil bir sütun, dibine kadar gidip boydan boya üstüne işemek için. hazır laf kariyerden açılmışken: tam altmışüç sevgilim oldu, şimdi durup düşününce gücenmesinler, bir tanesi hariç hepsi de tavşandı, öyle müstehcen deyimlere konu olanlardan da değil üstelik, bildiğin tavşan, iki gözlü, iki kulaklı, ben ki ikiden hiç hoşlanmam, dünyadaki tek çocuk olarak, yine de görüyorsun, altmışikiye iki bilet lütfen, mümkünse arkalardan olsun, evet yedi kişiyiz, mümkün değil bayım, endişelenmeyin gürültü yapmayız, sessizizdir biz, emin olun, hepimiz iki kıçın üstüne oturacağız zaten, kimse farkımıza varmaz, rica ediyorum, mümkün değil bayım, mümkün değil, bayım. yukarıda bahsedilen hesaptaki eksikliği merak edenler için söylüyorum: kerevizdi, tavşan değil.
çoğalıyoruz yine, hayırlısı. teyzem de böyle bölünür görünürdü, rahmetli, cenazesine öndört kafasıyla birlikte gelmişti, ben küçüktüm o zamanlar, dört beş yaşında filan, iki kafacığım vardı henüz ve birbirlerini görmemişlerdi; nihayetinde, tahmin edilebileceği gibi defin işlemi uzun sürdü, son çıkardığı kafayı toprağa girmesi için ikna etmek çok zor oldu, pardon, sonuncu en yaygaracı olandı ve ilk o öldü, bu bahsettiğim ilk çıkan kafa, mahalledeki bütün çocuklar tam adını bilirdi ama dile getirmek bir tür çağrı anlamına geliyordu ki bu da büyüklerin öğütlediği bir şey değildi, bu yüzden ona kısaca ök derdik, benimse hiç arkadaşım olmamasına rağmen mavi-beyaz bir bisikletim vardı ve bazı kelimelerin baş harflerini birleştirmek konusunda en az hayali arkadaşlarım kadar başarılıydım; işte böylece boş boş pedal çevirerek sekizler çizerken mahallede, ök yanıma gelir, şefkatle kolumdan tutar ve başından geçmiş (ya ya‘ünlem’) o enteresan hikayelerinden birini anlatırdı, itiraf etmeliyim hoşlanırdım bu hikayelerden, kelimelerini durgun bir heyecanla ve nefes alınabilecek herhangi bir boşluk bırakmadan artarda sıralar ve bitirdikten sonra –sanırım tepki verip vermeyeceğimi görebilmek için- ağzımın bulunduğu yere bakıp kocaman gülümserdi, işte o anlarda hatırlardım tam adını ve tepkimi belirleyen burnuma gelen sidik kokusu olurdu, ta neden sonra öğrendim çok şeyin kökünün orada bulunduğunu ve bundan kaçamayacağımı, böylece bırakmadım pedal çevirmeyi, ama çişimi bırakmaya devam ediyorum, bırakmak ne kelime, gördüğüm bütün sütunlara adını yazıyorum, yukarıdan aşağıya ve büyük harflerle.
böyle böyle derken, sormayı unuttum, nasıl, ilginç bir hal almaya başladı mı, sıkılmıyorsun? getir patlamış mısırları. gördüklerinin çoğu bana ait değil, sıkılmıyorsan sebebi budur, benim ağzımsa ıslık ve çürük çiçek dolu. lukas, şşt lukas, gel oğlum, göster bakalım dişlerini, ne ayıp ne ayıp, babanın resmi de odanın içinde bir o yana bir bu yana yürürken… kendimi cezalandırmalıyım. bedenden mi başlanır, yoksa ötekinden mi? kapa çeneni, sen ikiden nefret edersin, bazı metinler vardır, var mıdır, ne kadar uğraşırsan uğraş içine giremezsin bir türlü, böyle durumlarda sorun genellikle metindedir, nahçıvan, senin bir suçun yoktur, içine girmeye çalıştığında balonun patlamasının da sebebi budur, ve senin gene bir suçun yoktur, havasını indirirsen girebilirsin, geçen gün televizyonda şöyle diyordu biri: yasama, yürütme, yetki, al jardin de la republica, ekranın öbür tarafından eklendi: yargı, yorgan… gelgelelim hissettiğim kaçma isteğinin bu durumla ilgisi yok yine, yeni, yeniden, kayahan şarkısı mıydı o da? rezalet. ama güzel günlerdi. ben de kaçıyordum göründüğü gibi, uğradınız. kesmeşekeri tutup da ucundan, azıcık batırırsın köşesini kahveye, al sana düşük kalorili tabii günler, yersen tabi. ve kendini sana açmayan bir kapı önünde hissetme sakın, diyelim ki bir kıyıköşe sinemanın, değilsin düpedüz, yani önündesin de, biletin elinde, öylece dışarıda kalmadın, kalmazsın da, birkaç saat sonraki gösterim var mesela, günlerden cumartesi, belki de sadece bilette yazan saat sabit değildir, ayrıca ayın yirmi dokuzu, madrugada, ve her bir saniyeye bir saniye denk gelmesi koşuluyla çaktırmadan yer değiştirmeye devam ediyordur, öte yandan, uğrak yerlerde oturmanın bedelini ödediğim de söylenemez aslında.
özet şu: atmosfer yaratamam şimdi, çünkü istemiyorum, sigarayı da bırakamam, haklısın, sapına kadar, ama sigaranın aksine bu origamik ağrıları da bünyemde istemiyorum, ve ıslıktaki namede, hey gidi etkileyici dünya, hak vermemek elde mi, ağrıyor işte, dünya diyorum, etkileyici, içimizdeki çocukların kıçında bok kokan ağırlıkla, benimki prematüre üstelik, aramak lazım ayıp olmasın, bunları düşünmemek elde değil nasıl olsa.
yok ya (bu metnin ve bu cümlenin iki ayrı ünlemden pespaye olanla bitmesi gerekirdi, ölüm korkusu gibi yani, anlarsın, ve fakat birlikte vakit geçirmek istediğim bazı hassasiyetler sebebiyle ünlemi devredışı bırakmak ve alışık olduğumun aksine, virgül dahil herhangi bir noktalama işareti kullanmamak durumundayım, gönülle, ve sevgiyle, ve saygıyla, ve hoşçakalla, ve çüz) 'ünlem'
2 yorum:
ünlem konusundaki yerli-yersiz hassasiyetlerinizin sebebini şimdi anlıyorum. anlıyorum yani, sonuçta benim de alkole, tene, saça, kışa, sağa, sola filan hassasiyetim var, ya da olabilirdi bir ara, olur ya da sonra.. tütün? evet, mis. [gecikmiş, fakat hassas, geri-bildirim, ileri-sardırımcı okur. nihayet, herşeye yetişilir, hiçbirşeye geç kalınmaz, bazı kelimeler ayrı yazılmaz, poff.]
alkole, tene, saça, kışa, sağa, sola filan hassasiyetleriniz var demek mösyö.. ne diyebilirim ki, ben hep sol bektim ve sinemada yanımda oturan adam durmaksızın esniyordu. biri yanımda esnerken film izleyemem ben. her neyse, ne diyordum; evet, alkol, bütün kötülüklerden daha kötüdür, sinemada esnemekten bile..
Yorum Gönder