20 Ocak 2008 Pazar

cluny,

"iş rüyalara geldiğinde, şehir türünden olan şeyleri kolektif düşler olarak kabul ediyordu tatarlar, ama onu diğerlerinden ayırıyorlardı çünkü şehri düşlere karıştırmak gibi bir şeydi bu, bu yüzden de ciddi insanlara itici gelen bir çocuksuluğa bürünürlerdi.
polanco hemen her zaman şöyle başlardı konuşmaya: bana bakın, rüyamda bir meydandaydım ve yerde bir kalp buldum. eğilip aldım, atıyordu, bir insan kalbiydi ve atıyordu, sonra onu çeşmeye götürüp elimden geldiğince yıkadım, çünkü üzerine yapraklar ve tozlar yapışmıştı, ve onu rue de l’abbaye’deki polis karakoluna götürdüm. hepsi düzmece, der marrast. onu yıkadın ama sonra saygısızca eski bir gazeteye sarıp ceketinin cebine koydun. nasıl ceketinin cebine koysun ki, üzerinde sadece gömlek vardı, der juan. ceketim vardı, der polanco, kalbi karakola götürdüm ve bana bir makbuz verdiler ki rüyanın en acayip bölümü buydu. onu onlara vermedin, der tell, onu evine götürüp altın sürgülü dolabına sakladığını gördük. altın sürgülü polanco, diyerek güler calac nezaketsizce. kalbi karakola götürdüm, der polanco. olabilir, der nicole, ama ikincisiydi herhalde çünkü en azından iki tane olduğunu gayet iyi biliyoruz. bisbis, bisbis der feuille morte. düşünüyorum da, der polanco, yirmi tane falan bulmuşumdur. yüce israil tanrısı, rüyanın devamını unuttum. onları place maubert’de bir çöp yığınının altında buldun, der paredrosum, seni los matelots kafesinden gördüm. hepsi de güm güm atıyordu, der polanco heyecanla. yirmi kalp buldum, karakola teslim ettiğimi de sayarsak yirmibir, ve hepsi deli gibi çarpıyordu. polislere götürmedin, dolaba sakladığını gördüm. ne fark eder, çarpıyordu ya, der paredrosum uzlaşarak. olabilir, der tell, çarpıp çarpmamaları beni hiç ilgilendirmez. kadın dediğin böyle olmalı, der marrast, ortada çarpan bir kalp var ama onun gözü altın sürgüden başka bir şey görmüyor. kadın düşmanlığı yapma, der paredrosum. bütün şehri kalpler basmıştı, der polanco, çok iyi hatırlıyorum, çok acayipti. en başta sadece tek bir kalbi hatırladığıma inanamıyorum. bir yerden başlaman gerekiyordu, der juan. hepsi de çarpıyordu, der polanco. bunun onlara ne faydası oldu? der tell."

18 Ocak 2008 Cuma

descripcion de un sueno

kalabalık bir cenaze evinde sonlanan henüz tasvir edilmemiş bir rüyanın nasıl başladığını anlatabilmek, her zamanki gibi şimdi de cesaret gerektiren bir iş. özellikle, şehrin diğer yakasında birkaç gün önce öldüğüm ve bu vakanın rüyanın ötesinde, şehirde olduğu düşünülürse. kolayına kaçıp, karakterleri sıralayabilirim artarda, şüphesiz artemis’le başlayarak, ve fakat, bu yolun da önü şu an aşılması olanaksız uykuduvarla kesik, anıduvar ise kulakları kör etti. her şeyden önce şehirden bahsetmenin gerekliliğinin de bilincindeyim, ama buna yeltenmeyeceğim bile. “orada her şey daha kötü olabilir, orada öldürebilirler insanı”.

bir tür iğne iplik sarmalı. bir iplik, dört iğne, ikisi toplu, ve müstakbel dikiş.

artemis birinin adı, diğerinin athena; afrodit ve hera, toplu iğneler, sarılmışlar karanlık raylarda, llorando. yani nerden bakarsan bak gidiş gelişli bir öykü bu, ve gerçekle bağdaşamayacak bir şekilde artemis esmer, athena sarışın, ve fakat öykü geçişli ise içindekiler de geçişli. sohbet eden iki genç var ayrıca, onyedi onsekiz yaşlarında, belki de birbirlerine kur yapıyorlardır, bir helikopter pilotu, bir bekçi, bir de aile var, iki metro hattı, ve en önemlisi, otel var; rüya günün dışında, güneşsiz, belki aysız, en azından dolunaysız, floresanlı. ben olsam seni seçerdim diyorum muzip bir ifadeyle, elimi tutuyor artemis, başka bir şehrin seçiminin salakça olduğunu söylemek istemediğimin farkında, zaten salakça değil, sadece… üstelik şık’lar arasında kendisinin olmadığını benden daha iyi bildiğine şüphem yok, bir tanrıdan bahsediyorum, artemis’ten. tanrı tanrı olmasına da, rüyada bile çenemi tutamam ben, artemis değilsin sen, şeytansın! oteldeki odam sıradan bir otel odası sayılabilir, yatak, komodin, tv, minibar, banyoda lavabo ve duş, ve odanın içinde bir oda daha var, kahverengi halı ve açıkkahverengi duvarkağıdı kaplı ve hiçbir şey barındırmayan bir oda, belki beni bile, televizyonlu oda diyorum ben oraya, çünkü rüyayı izlediğim yer orası, uyuduğum yer ise elbette asıl odadaki yatak. yalnız kafama takılan bir şey var, ve bu şeyle ilgili emin olduğum iki başka şey: ilki, duşu odaya sonradan eklediğim, ikincisiyse rüya boyunca zaten orda olduğu. hiç banyoya girmedim, tuvalete bile girmedim, ki rüyanın birkaç gün sürdüğü göz önüne alınırsa bu yüzden çok acı çekmiş olmalıyım. yani şunu demek istiyorum: duş, odada tamamen işlevsiz, şehirdeyse değil. neyse, şu ana kadar olanların özeti şöyle: artemis çok güzel, çok çekici, muhtemelen rüya boyunca beni yalnız bırakmadığı için biraz da torpil geçiyorumdur, ve fakat ona kusursuzluğa o en yakın anda şeytan diyorum, ki bir bakıma öyle, bana zarar veriyor, acı çektiriyor, güvenli olabilecek bir rüyayı tamamen güvensiz ve her tür etkiye açık bir hale getiriyor, artemis benim dışımda, onu tutuyorum, kavrıyorum, ve ben artemis'im, düpedüz aşığım yani, köpek gibi. işte athena da paragrafın tam da burasında devreye giriyor ve ben onun bize bakışını anlatmaya korkuyorum.

şimdi tümüyle önüme serilen, ve gizlisiz saklısız bir cenaze barizliğinde yeniden doğan bu rüyanın içinden nasıl çıkacağımı bilmiyorum, isimleri, sadece özel isimleri kullanarak daha önce defalarca yaptığım garip ve anlamsız söz oyunlarına geri dönmek istediğimi söyleyemem, onun yerine şehri nasıl anlatabilirim onu düşünmek lazım, yazar anlatmış gerçi, kusursuza yakın, yine de denemek gerek başka yollar bulmayı, ve “bu sırada şehirden konuşulacak”, bu sırada, ve yine onun dediği gibi: “alıntılanacak ya da alıntılanmayacak bir şiir bile var”, yalnız bu seferki abuk sabuk bir çeviri. üstelik şu ana kadar yazılanları kimsenin anlamadığına bahse girerim, belki bir, çok çok iki kişi. o yüzden hiçbir şey yokmuş gibi yapalım en iyisi, hiç rüya görmemişiz gibi. ve bir şekilde altını oyup yarıda bıraktığım bütün rüyalar beni bağışlasınlar; çünkü anlatılması gerekeni anlatmayıp çorbadenizde huzurlu bir iskele kuşu gibi yüzmeyi tercih etmek zorundayım. çünkü bence de anlatmak bir şeyleri düzene koymaktır, ve şu an bağdaş kurup oturduğum koltukta kafamı koparacağımı bilmek beni dehşete düşürmeye yetiyor. öte yandan onlar, onları gördüğüm an bağışlandılar.


“gece girerim şehrime, gece inerim
orada kah beklerler, kah atlatırlar beni, kaçmam gerekir ille de
iğrenç bir randevudan, artık adı olmayan bir şeyden
parmaklara, bir dolaptaki et parçalarına,
bulamadığım bir duşa verilmiş randevudan. yağmurlar iner şehrime,
şehrimin bağrını bir kanal böler
dayanılmaz bir sessizlikle geçer koskoca, direksiz gemiler
bildiğim ama geri dönüşte unuttuğum bir kadere,
şehrimi inkar eden bir kadere doğru
kimse binmez oradan, bir kişi bekler
gemiler geçse de, düz güverteden biri baksa da şehrime.

nasılını bilmeden girerim şehrime, bazen başka geceler
sokaklara ve evlere çıkarım, ve bilirim ki onlar benim şehrim değil
içimi buran o beklentiden anlarım şehrimi,
korku değil, ama onun şeklinde, onun köpeği ve benim şehrimse eğer
bilirim bir pazar yeri olacak, kapı araları, meyve tezgahları
kimbilir nerde gözden kaybolan tramvayın titreyen rayları
öyle bir yer ki gencim, ama şehrimde değil,
huzurlu duvarlar, boş, beyaz bir anıt mezar,
belki, orada hiç anıtmezar yok ama geceyi vurdu mu zaman, benim şehrimdir yeri.

bir kehanetin buğusunu yoğunlaştıran pazar yerinden giriyorum,
hala kayıtsız kehanet, iyicil bir kötülük, meyveci kadınlar bana bakıyorlar,
ve içimde bitki arzusu, beni gitmem gereken bir yere gitmeye, ve çürümeye yerleştiriyorlar,
çürüyen şeyler şehrimin gizli anahtarı, boktan bir balmumu yasemin endüstrisi,
sürünüp giden cadde, beni bilmediğim bir şeyle buluşmaya götüren,
balıkçı kadınların yüzleri, bakmayan gözleri ve caddenin yeri,
ve sonra otel, sadece bu gecelik çünkü yarın ya da başka bir gün başka bir otel olacak,
benim şehrim sonsuz otellerdir, ve hep aynı otel,
tropik verandalı, bambu panjurlu ve ince sinek telli ve kimyon ve safran kokulu,
odalar birbiri ardına temiz duvar kağıdı kaplı, hasır koltuklu,
ve pembe tavanlarda vantilatörler, hiçbir yere açılmayan kapılar,
vantilatörlü ve kapılı başka odalara açılan kapılar,
buluşmalarda gizli bağlantılar, ille de girmek ve geçmek zorundasındır terk edilmiş oteli,
bazen bir asansörle, şehrimde boldur asansörler, hep bir asansör vardır,
şimdi içinde korkunun pıhtılaştığı, ama boştur başka zamanlar,
en kötüsü, boş olduklarında sonsuz bir seyahate çıkmaktır içlerinde,
ta ki yukarı çıkmayı bırakıp, şehrimde yanlamasına kaymaya başlayana dek,
zigzaglar çizerek ilerleyen cam kutular gibi asansörler
iki bina arasındaki köprüden geçer, ve şehir aşağıda açılır, baş dönmesi artar,
çünkü tekrar gireceğim otelin ya da artık otel olmayan bir şeyin ıssız koridorlarında,
o sonsuz malikane, bütün asansör ve kapılar, bütün koridorlarla gidilen,
ve asansörden inip bir banyo ya da tuvalet araman gerekir
çünkü, nedeni yoktur, çünkü randevu
bir banyo ya da tuvalettir, bir randevu değil,
ayağında şortun, bir banyo aramaktır, elinde bir kalıp sabun bir de tarakla,
ama hep havlusuz, havluyu ve tuvaleti bulmak zorundasındır,
şehrim sayısız kirli tuvalettir, kapılarında dikiz delikleri,
kilitsiz, amonyak kokulu, ve duşlar
pis zeminli koca bir odadır,
ve bir insan trafiği geçer içinden, şekilsiz insanlar
ama orada duştadırlar, duşların yanındaki tuvaletleri doldururlar,
ben de orada yıkanmak zorundayım ama, hiç havlu yok,
tarakla sabunu koyacak, giysilerimi asacak yer de yok, çünkü bazen şehirde giysilerim vardır,
ve duş alıp randevuya gideceğim,
şehrin yüksek kaldırımlarından geçeceğim, şehrimdeki bir caddeden,
kırlara giden, beni kanaldan ve tramvaylardan uzaklaştıran bir caddeden,
hantal parke taşları ve çitler boyunca,
düşmanca tesadüfleri, hayalet atları ve talihsizlik kokusu boyunca.

sonra şehri geçer otelime girerim
ya da otelden, sidik ve dışkı kokan tuvaletler mıntıkasına,
ya da sana gelirim, sevgilim, çünkü bir keresinde senle gitmişimdir şehre
yabancı, şekilsiz yolcularla dolu bir tramvay içinde.
anladım bulantının geleceğini, köpeğin olacağını ve denedim
seni kendime bastırmayı, korkudan korumayı,
ama pek çok gövdeler girdi aramıza ve şaşırtıcı bir hamleyle seni aşağı attıklarında,
takip edemedim, iğrenç kucaklar ve yüzler sakızıyla savaştım,
duygusuz bir kondüktörle, süratle ve zillerle,
kendimi kurtarıp bir köşeye attım sonunda, günbatımı bir meydanda yalnızdım,
ve biliyordum bağırdığını, şehrimde kaybolduğunu, çok yakın ama bulunmaz olduğunu,
ebediyen kaybolmuştun şehrimde, köpek buydu işte, randevu buydu,
cazibesiz bir randevu, ebediyen ayrılmıştık şehrimde.
ne otel ne asasör ne duşlar olacaktı senin için, bir yalnızlık korkusu,
birisi konuşmadan yanına gelip, solgun parmağını ağzına kaparken.

ya da diğer seçenek, şehrime bir gemiden bakmak,
kanaldan geçen direksiz bir gemiden, bir örümcek sessizliği
ve ulaşamayacağımız bir yere doğru ağırlaştırılmış bir gidiş,
çünkü öyle bir an gelir ki hiç gemi kalmaz, her şey garlar ve yanlış trenlerdir artık,
kayıp valizler, sayısız yönler
ve yerine birden yenisi konan trenler, gar yoktur artık,
treni bulmak için karşıya geçmelisin. ve kayıptır valizler,
ve kimse bir şey bilmez, her şey katran
ve duygusuz kondüktörlerin üniforması kokar,
hareket halindeki o vagona çıkana kadar, hiç bitmeyen bir trende yürüyeceksin,
birbirine yanaşmış insanların yorgun mobilyalı odalarda uyuduğu,
kara perdeli odalarda ve toz ve bira soluduğu,
ve trenin öbür ucuna gitmeye mecbur olacaksın, çünkü orada bir yerde
kim olduğunu bilmediğin biriyle buluşacaksın, bilinmeyen biriyle bir randevu,
ve kayıp valizler,
ve sen, zaman zaman, istasyondasın da, trenin
başka bir tren, köpeğin başka köpek, hiç buluşamayacağız sevgilim,
seni yine kaybedeceğim, ister tramvayda ister trende olsun, ayağımda şort
koşacağım,
kompartımanlarda uyuyan kalabalık arasında, menekşe rengi bir ışık
köreltecek o tozlu keteni, şehrimi gizleyen perdeleri.”

16 Ocak 2008 Çarşamba

yaprak kıpırtısı

encarnación'dan çıktığımdan beri yoldayım, uyku yok, mola yok, yemek yok, (tabii). gece, kasırga, yağmur, içinde yürüyorum, kılık sade, bilhassa şartlar düşünülürse; sızlanmıyorum. gecesiz, yağmursuz, kasırgasız herhangi bir sokak lambasının altında durduğumu söylemeye cesaret edemiyorum. sokak lambası, tepenin üstünden görünen bir vaha, gecenin ortasında bir delik, dışarıdakileri yoğunlaştırarak içeri çeken küçük bir delik, geceyi örneğin, yağmuru, kasırgayı... cezbe: kendi kendimi ikna edene, haksız bir şikayeti gereksiz bir söylenmeye dönüştürene dek tekrarladığım bir sıfat, bir fiil, ve ben, "çı-rıl-çıp-lak, yü-rü-yor-um", herhangi bir sokak lambasının altında duruyorum. yerdeki ışık gözümde yansıyor, sarı, eğilip alıyorum, yüzüm kayıp bir kol saatinin metalinde parlıyor, bileğime takmaya çalışıyorum, kayıp düşüyor, hoşuma gidiyor, kayıp düşüyor, hatta eğleniyorum, kayıp düşüyor; kol anlamını yitirdikten sonra yalnızca saat kalıyor geriye, bilmemkaçıncı eğe kemiğinin üstüne takıyorum: tik-tak, tik-tak, takırtılar, ya da, güm-güm, güm-güm, gümbürtüler, karışıyor birbirine; ayaklarım pek de büyük olmayan bir su birikintisinin içinde. söyleniyorum: yansımalar, zaman, birbirine karışan likit yansımalar zaman, ve devam ediyorum isteksizce: yarını kapsayan ya da yarının kapsadığı her şey, kısaca yarın, ya da dün, bugün, daha da ileri gitmemek için kendimi zor tutuyorum, ama gidiyoruz (bir harfi değiştiriyorsun ve bu hamlenin, hilenin, fark edilmeyeceğini sanıyorsun, pis herif): şimdiye ulaşıyoruz, şimdi, problematik. bindokuzyüzseksensekiz'de başka bir sözcüktü bu mesela, şimdi başka (aferin!), gelecekte daha da başka olabilir, arzudan bahsedersek.
sokak, ağaçlar, yürüyüş, hareket, ses, söz, yani düşünce, yaşam, ve beraberinde, ve uzakta bir yerde, yerin altında diyelim, ölüm. çırılçıplak söylenmekten sıkılıyorum, üstelik gece, yağmur, kasırga, (onu da iliştirsene buraya, sahtekar!), ölüm, yaprakların ölümü. yattığı yerde bayat bir iskelet, iskelete yapışan taze cesetler, ölü yapraklar, yeni dokular, yepyeni damarlar, kan, ve tekrar zaman: yaprakadam. adam derken, elbette insanı kastediyorum ve diğerinden ayırmıyorum olumlayarak, ne de olsa bütün iskeletler birbirine benziyor gözler alışana dek; taze göz, diyerek kahkaha atıyorum. henüz bacaksızken okuduğum bir öyküyü hatırlıyorum: yolun ortasında pek de küçük olmayan bir su birikintisine fırlatılıp içinde yok olan bir çocuk; basit bir eğlence, bir oyun veya kavga, ya sonra? yazarı kimdi ve neden yazmıştı bilmiyorum, nihayetinde güçsüz, hatta anlamsız sorular soruyorum sızlanarak, kafam karışık belki (belli ki). tam zamanında el paso'ya varıyorum, el paso'da bir otel odasına, (buna benzeyen bir odam vardı tula'da), odanın diğer ucuna yürüyorum, gecesiz, kasırgasız, yağmurlukla, masaya oturuyoruz, üstünde bir tas var (sen koydun bu uğursuz şeyi buraya, bırak kaldırayım!), bükülüp eğiliyoruz ikimiz birden, yağmur yeniden başlıyor, kasırga geride kalıyor, gece zaten hiç olmadı, tasın içine bakıyoruz: ölü yapraklar, taze dokular, su, birikinti, çamur, zaman; pencerede gölgeli sesler, kulaklar tasa yapışık, güm-güm, güm-güm, tik-tak, tik-tak, adamyaprak.

10 Ocak 2008 Perşembe

"julio martinez morales, kitap fuarı, madrid, haziran 1994"

“şimdi fuar’da gezinirken size şair onuru hakkında bir şey anlatacağım. ben şairim, ve yazarım. eleştirmen olarak da isim yaptım. hesap bilmeyen için 7 x 3 = 22 stant var, ama aslında çok daha fazla. kısıtlı olan görüşümüzdür. yine de bu fuar’ın güneşi altında kendime bir yer edinmeyi başardım. kaza yapmış arabalar, yazının sınırları, 2 x 2 = 4’ler geride kaldı; bedeli yüksek oldu. bir balkondan kanlar içinde sarkan A ile E geride kaldı, ama bazen rüyalarıma giriyor, hala. iyi yetiştirilmiş biriyim. sadece kibar hapishaneleri tanıdım. öte yandan, şiir ve hapishane her zaman birbirlerine yakın olmuşlardır. herşeye rağmen, melankoli bana her zaman çekici gelmiştir. yedinci uykumda mıyım, yoksa gerçekten fuar’ın öbür ucunda horozların öttüğünü mü duydum? o da olabilir bu da. horozlar tan vakti öterler, oysa saatime göre öğlen on iki. fuar’da uyurgezer gibi dolanıyorum ve benim kadar sarhoş dolanan meslektaşlarımı selamlıyorum. sarhoş x sarhoş = edebiyat cennetinde bir hapishane. dolanıyorum. dolanıyorum. şairlerin onuru: soluk bir mahkumiyet gibi dinlediğimiz şarkı. sergilenen kitaplara bakan, karanlık ceplerinin dibinde bir umut gibi kuruşlar arayan genç yüzler görüyorum. 7 x 1 = 8 diyorum içimden, yan gözle genç okurlara bakıyorum, bu tanımadığım, gülümseyen yüzlerde aysberg gibi şekilsiz ve uyuşuk bir imge beliriyor. hepimiz A ile E harflerinin asılı durduğu balkonun altından geçiyoruz; kanlar hepimizin üzerine damlıyor; hepimiz sonsuza dek kirleniyoruz. ama balkon da bizler gibi solgun, ve bir solgun, hiçbir zaman başka bir solguna saldırmaz. öte yandan, içimi dökmek için söylüyorum, balkon da bizimle dolanıyor. başka yerlerde buna mafya deniyor. bir büro görüyorum, açık bir bilgisayar görüyorum, ıssız bir koridor görüyorum. solgunluk x aysberg = korkumuzun insanlarla doldurduğu ıssız bir koridor. fuarın koridorunda dolanan insanlar kitap aramıyorlar, gerçeklerimizin boşluğuna işaret eden bir gerçek arıyorlar. en büyük çaresizlik anlarında hayatı böyle yorumluyoruz. koyun sürüleri. cellatlar. neşter bedenleri doğruyor. A ve E x kitap fuarı = başka bedenler, hafif, akkor gibi, sanki dün gece yayıncım kıçıma bir tekme atmış. blanchot olsa, ölmek verilebilecek en iyi cevap gibi geliyor, derdi. 31 x 31 = 962 tane iyi neden. dün bu kentin sunağında genç bir yazarı kurban ettik. kanı hırslarımızın alçak rölyeflerinden damlarken kitaplarımı ve unutulmayı düşündüm, ve nihayet işte anlamlı olan bir şey. bir yazar, işte koyduğumuz kural bu, bir yazara benzememeli. bir bankacıya benzemeli, pek fazla titrekleşmeden yaşlanacak bir hanım evladına, bir matematik profesörüne, bir hapishane sorumlusuna benzemeli. ağaç gibi olmalı. işte böyle, akla zarar, dolanıp duruyoruz. ağaçlığımız x balkonun solgunluğu = zafer koridorumuz. gençler, okurlar, dolaylı anlatım yoluyla, nasıl olur da anlamazlar bir yalancılar güruhu olduğumuzu? bir göz atmak yeter! yine de fark etmiyorlar, ve biz hiç fark edilmeden döktürüyoruz: 8, 5, 9, 8, 4, 15, 7; dolanabiliyoruz ve birbirimizi selamlıyoruz (en azından ben herkesi selamlıyorum, jüri üyelerini ve cellatları, patronları ve öğrencileri, herkesi), ibnenin heteroseksüelliğine, iktidarsızın erkekliğine, boynuzlunun lekesiz onuruna övgüler yağdırıyoruz. kimsenin gıkı bile çıkmıyor: utanma diye bir şey yok. sadece, birinin gizemli bir saatte anlaşılmaz bir nedenle bizim için yaktığı ateşe doğru sürünerek giderkenki sessizliğimiz var. hiçbirşeyi rastlantıya bırakmasak da bize rastlantılar yol gösteriyor. büyüklerimiz bize “yazar bir denetçidir” dedi ya, biz son katresine dek bu vecizenin peşini bırakmıyoruz. yazar bir köşeyazarına benzemeli. yazar bir cüceye benzemeli ve yaşamını MUTLAKA sürdürmeli. hele bir de okumamız gerekmese, yaptığımız iş hiçlikte asılı kalmış bir nokta olacak, en basite indirgenmiş bir mandala olacak; sessizliğimiz, ölümün öte tarafına basan ayağımız olacak. fanteziler. fanteziler. geçmişte kalan isteğimiz aslan olmaktı, bugünse hadım edilmiş kedileriz. boğazlanmış kedilerle evlenen hadım edilmiş kediler. komedi gibi başlayan herşey bir şifreleme egzersizi olarak son buluyor.“