17 Kasım 2007 Cumartesi

muhabbet, noikibinüçyüzondört

ortaokulda felsefe dersimizin olup olmadığını hatırlamamama rağmen, ortaokul sırasında bir kitapta kant’ın resmini gördüğümü hatırlıyorum; hiç hoşlanmamıştım, yalana gerek yok, evet tipinden. ev ekonomisi dersimiz vardı ama, dün gibi aklımda, atkı örmüştüm bir keresinde bu ders için; uçuk sarı, yumuşak bir yündü ve çok kalın değildi. neredeyse onbeş yıl geçmiş üstünden ve o günden beri kant okumadım ben, ama ördüm.

bir vefat vesilesiyle dün akşam bursa’ya geldim istanbul'dan. vefat vesilesi, ne demek bu, yol boyu düşündüm çevre koltuklarda oturanlara çaktırmadan. sonuç? sonra, sonra. esra’yla sohbet ettik gece iki üç saat. sohbetin konusu bu değildi, ölüm ya da vesile olarak ölüm değildi, veya buydu da ben farkında değildim bilmiyorum. ikimizin gündemindeki sorunlardan oluşuyordu çerçeve. onun sıkıntısında işine yarayan şeyler söyleyememişimdir muhtemelen, ama o benimkiyle ilgili çok çarpıcı şeyler söyledi, en azından bana çarpıcı; kusursuz benzetmeler, apayrı gözüken iki şeyi bir araya getirip akıl yürütmeler... şuna yakın bir şey söyledi mesela: “sürekli kayıtta olan ve aynı anda sürekli çalan bir kasetin teklemesi kaçınılmaz, ama hiç takılmaması garip, takılması gerek, arada bir çıkarılıp kalemle sarılması gerek”. çerçevenin dışına çıkılmış ve 6’dan söz açılmıştı o sıralarda. devam etti: “insan, karşısındakinin mucize olduğunu bilmek ister bir yandan, diğer yandan mucize, mantığına ters düşer, bu çekişme hep var, hep de olacak”. yapma esra, olur mu öyle şey! kaset mi kaldı, her şey dijital artık, modern human, sayılar, basamaklar, sayılar, sayılar... “madem mucize dedin, aşk bir mucizedir bana kalırsa, ve birlikte olduğun kişinin mucize olmadığını gördüğün zamanlarda bile mucizesini görebiliyorsan, muhteşemsin, aksi halde...” diyebildim ben de ancak, elimden bu kadarı geldi. sürekli bir çelişki halinden bahsediyordu, “senin hiç böyle zamanların olmaz mı?”, “problematize etmem”, dedim ben de, “hiçbir şeyi, uzun zaman önce kaybettim bu yeteneği”. mantık-duygu, akıl-gönül, kant-atkı, mantıklı-duygusal, vs, anlamsız bir çekişme, burnunu yere dayayıp ayaklarının üstünde dönmek ve dönerken gözünle dünyayı devirmek bu; bakmaktan yanayım ben, kafayı kaldırıp bakmaktan, yalan yanlış da olsa görmekten, rüya bile olsa, hayal bile olsa, görmekten yanayım, al sana bir tane daha: gerçek-hayal. öteki türlüsü yetmiyor çünkü. yetmeyecek de. okulda yeter, işte yeter, karşına insanları alıp ilişki kurduğunda yeter, ama bende yetmez, çünkü benimle ilişki içindeysen, bir insanla ilişki içinde değilsin, samimiyim bunu söylerken, örgücüyüm ben, insan değil, ve kant’ı uzun süre önce terketmememe ve terketmeyeceğimi bilmeme rağmen onu sevmiyorum, okumayacağım. yaklaşma/uzaklaşma, güç/güçsüzlük, kaplan/kedi, ilişki ekonomisi, vb konularda asla iyi olmadım, ama ev ekonomisi konusunda hala çok iyiyim ve bildiğim tek ekonomi de bu. geçtiğimiz ilkbahar’ın sonlarında bir kazak ördüm mesela mevsime aldırmadan, nasıl olsa kış gelecek, az kaldı.

11 Kasım 2007 Pazar

"93"

"ama aşk, ah bu sözcük... ahlakçı kesilen horacio, derinlemesine bir nedeni olmaksızın tutkulardan kuşku duyan, ne kadar sokak varsa, ne kadar ev, ne kadar kat, ne kadar oda, ne kadar yatak, ne kadar düş ve unutuş ya da ne kadar anı varsa onlarla anılan bir kentte, yolunu şaşırmış, her şeyi aşağılayan horacio. sevgilim, seni ne senin için seviyorum, ne benim için, ne de ikimiz için, seni seviyorum, çünkü kanım sana tutulmaya iteliyor beni, seni seviyorum, çünkü benim değilsin, çünkü öte yakadasın, başka bir yerden beni çağırıyorsun, atla diyorsun, tut, bul beni, ulaş, ama ben atlayamam, çünkü sahiplenme duygusunun derinlerine inersen, sen bende değilsin ki, sana ulaşamıyorum, bedenini aşıp geçemiyorum, gülüşünün ötesi neresi, bazı saatler var ki beni seviyor olman sarsıyor beni, şaşkınım (sevmek fiilini ne de kolay türden kullanıyorsun, yemeklere, çarşafların üstüne, otobüslere saldığın hava ve tat berbat), bana olan sevgin alt üst ediyor beni, çünkü bana köprü olmuyorsun, wright olsun le corbusier olsun, asla tek taraftan karaya bağlı bir köprü yapamayacaklar; öyle serçe gözlerinle bakma bana kuş kafa, senin için aşk basit bir iş, bir işlem, sen benden önce iyileşeceksin hem, her ne kadar benim seni sevdiğimden daha çok seviyor olsan da beni, böyle. tabi iyileşeceksin, kuşkum yok bundan, çünkü sağlıklısın sen, benden sonra başkası gelecek, giysi değiştirir gibi değiştireceksin sen de. öyle yapıyorlar. pasaport görevi üstlenecek bir aşk isteyen, geçit veren, dağlar aştıran, anahtar aşk, silah aşk, insana argus’un binlerce gözünü verecek olan, her yerde hazır ve nazır kılan, müziğin başladığı, duyulabildiği noktadan önceki sessizlik olan bir aşk, öyle bir kök ki, o uçtan sonra bir dil örülmeye başlanıyor; işte böylesi bir aşk isteyen horacio’dan bunları duymak ne kadar hüzün verici değil mi? ama ne saçma aslında bunlar, hepsi var sende, ama uykudalar, seni bir bardak suya daldırmak yeter, tıpkı yabangülü gibi, yavaş yavaş, yaprak yaprak fışkırsın çiçekler, yuvarlacık biçimler çıksın ortaya şişerek, güzellik gözüksün. bitimsiz vericisin sen, ben almayı bilmiyorum, bağışla. elmayı uzatıyorsun, bense dişlerimi konsolun üzerinde unutmuşum. stop! dur bakalım, böyle böyle derken. neyse. kabalık yapabilirim, bir düşünsene. ama iyi düşün, pek kolay değil öyle.

neden stop dedim? duygu üretmeye başlayacağımdan korktuğum için olacak, ne kolay, ne kolay. şu etajerden bir fikir çıkarıyorsun, kitap alır gibi, ötekinden bir duygu, hop, sonra sözcükler aracılığıyla, şu kara köpekler yardımıyla bağlıyorsun birbirine bunları, sonuçta da seni sevdiğim ortaya çıkıyor. kısmi toplam dersek: seni istiyorum, tamam mı. genel sonuç ise: seni seviyorum. arkadaşlarımın çoğu, bir amcayla iki yeğeni saymazsak, böyle yaşıyor, ötekiler ise eşlerini seviyorlar. sözden edime geçecek olursak, hep ileri, genellikle eylem yoksa ne varsa yok zaten. çoğu kişinin sevmek deyince aklına gelen şudur: bir kadını seçecek ve onunla evleneceksin. yemin ederim seçiyorlar kadını, gördüm! sanki aşkta seçim olurmuş gibi, sanki aşk insanı çarpıp ikiye bölen ve oracıkta kanını dondurup taş kesen bir şimşek değilmiş gibi. sen şimdi, seçiyorlar çünkü onu seviyorlar da ondan, diyeceksin, ben tam tersine inanıyorum. béatrice’i, juliette’i seçmiyorsun. bir konser çıkışı seni iliklerine kadar ıslatan yağmuru sen seçmiyorsun. odamdayım tek başıma, mürekkep yala bakalım katip, kara köpekler öç alıyorlar ellerinden geldiğince, masanın altında ısırıp duruyorlar beni. altında mı denir yoksa altından mı? aman neyse canım, ısırıyorlar işte. neden, neden peki, por que, why, warum, oturup kalmışım, şu kara köpek korkusu da ne? şu kara harflere bak, nasch’ın şu şiirinde arılara dönüşmüş. ya şunda, octavio paz’ın dizelerinde güneşin baldırları, yaz mevsiminin surları. ama hem marie, hem la brinvilliers olan kadın, aynı kadın bedeni. nefis bir günbatımını izlerken coşkuyla buğulanan gözler de aynı darağacında can veren birinin çırpınışlarından zevk alıyor gibi. mürekkep ne sözcük, pezevenkliğinden korkuyorum, dünyanın kıçını yalayıp duran diller denizi. senin dilinin altındaysa bal ve süt var. evet, ama ölü sineklerin en güzel parfümü bile kokutacağı söyleniyor. sözcüklere karşı savaş, hiçbir şey önünde gerilememek için savaş, hatta zekice denen şeyden vazgeçip, gidip patates kızartması ve reuter ajansı haberleriyle yetinmek basitçesine, saygıdeğer kardeşimin mektuplarıyla, sinema söyleşileriyle yetinmek. ilginç doğrusu, puthenham’ın sanki nesnelermiş, hatta hatta özel yaşamları olan canlılarmış gibi duyumsamış olması sözcükleri çok ilginç. ben de bazen dünyayı yiyecek garip karınca selleri yarattığım izlenimine kapılıyorum. ah roc kuşu sessizliğe yatsa ya, kuluçkaya… logos, parıltılı, yanlış. yaldızlı yanılgı. resimle, desenle, dansla, makrame örerek ya da çok soyut mimiklerle kendini anlatan bir kavim düşünün bir. imlerle anlatımdan kaçabilecek midir, imleme, hataların kökleri orada değil mi zaten? insanlık onuru, vs… evet, her cümlede kendi onurunu kıran bir onur, bakirler genelevi gibi, tabi böyle bir şey olabilseydi.

aşktan filolojiye geçtin canı çıkasıca horacio. morelli’de kabahat, sorumlusu o, yakanı bırakmıyor senin; tutturduğu girişim, kaybedilmiş cennete dönüş gibi görünüyor sana, zavallı, selülozla sarılı altın çağda barlarda gezinen cennetlik; this is a plastic’s age, man, a plastic’s age. unut şu kancıkları. geri çekil, çekil, düşüneceğiz, düşünmek nasıl oluyorsa, yani duyumsamak, görece kıyaslamak kendini, en ufak tümce ya da yan tümceye mahal bırakmadan önce yüz yüze gelmek. paris bir merkez, anlıyor musun, diyalektik filan demeden, bir uçtan bir uca katedilmesi gereken bir fermuar, içinde insanın iyicene kaybolmasını sağlayan formüllerin de bir işe yaramadığı labirent. o halde bir cogito, paris’i solumak, içine girmek, paris’i içine sokmak gibi, neuma evet, ama logos değil. ey sana bu denli güvendiğim arjantin, henüz çıkmıştım karaya, belli bir kültürü yeterince edinmiş (birazcık indirimle ama), her şeyin gerçekliği peşinde, her şeyde bir açıklık ve ince bir zevk arayarak, eh, insan türünü iyice öğrendim, sanatsal açıdan görülecek ne varsa görerek, örneğin roman ve gotik sanatını, felsefi akımları, siyasal tansiyonu, shell’i, della francesca ve anton weber’i, düzenlenmiş bir teknolojiyi, öğrendim hepsini, lettera 22 ve fiat 1500 ve XXIII. jean’ı filan. bravo, bravo, bravo sana. cerche-midi sokağında küçücük bir kitapçı dükkanı vardı, gökyüzü öylesine mavi, öylesine dingindi ki, akşam vaktiydi, paris balkonlarındaki çiçekler pisa kulesi gibi eğik, yerlere kadar, eylem’in ta kendisiydi (başlangıçta tabi); kendini insan sanan bir erkek vardı. ne aptallık, ne bitmez tükenmez enayilik! kitapçıdan çıktı o (şimdi iyice düşünüyorum da, bir metafor gibi sanki, sadece kitapçıdan çıkan kadınla…) iki söz ettik etmedik, bir bardak soğan kabuğu suyu içmeye gittik sévres-babylone’da bir kafeye (yeri gelmişken, metafor deyince ben ne ince mince porselen, cam çanak, yeni açmışım bavulu sepeti, HANDLE WITH CARE, ama o, babylone, zamanın kökleri kadın, gerisi sonra sonra, primeval being, başlangıç anının korkunç halleri ve tadı, tatları, atala romantizmi, ama ağacın ardında bekleyen gerçek bir kaplanla bu kez). işte böylece sévres, babylone’la çekip gitti bir bardak soğan kabuğu çayı içmeye; karşılıklı bakışıyorduk ve sanırım birbirimizi deli gibi istemeye başlamış olmamıza karşın (yok yok, daha sonra oldu bu, réaumur sokağında) yanlış anlamalarla, tersinden anlamalarla son buluyordu sözlerimiz, sonra ellerimiz kıpırdanmaya başladı, gözgöze bakışırken elleri okşamak ve gülümsemek güzeldi, sigaralarımızı diğerimizin ağzındaki biten sigaradan yakıyorduk, gözgöze geliyorduk yine, ayıptı ama her konuda hemfikirdik, dışarıda paris dansa kalkmış, bizi bekliyor, yeni adım atmışız paris’e, henüz doğmuşuz, oracıkta herşey adsız ve tarihsiz (hele babylone için, zavallı sévres çok gayret ediyordu, babylone’un gotik yapılara adını söylemeksizin bakış biçimiyle neredeyse çarpılmış, rıhtımlarda gezinişi, akış yönünün tersine giden norman şileplerine bakışı onu nehir boyu büyülemiş…). birbirimizden ayrıldığımızda, bir yaş gününü birlikte tatmış iki çocuk, anne babaları ellerinden tutup sürüklerken geriye dönüp birbirlerini bakışlarıyla izleyen iki çocuk, lulu birinin adı, öbürü tony, bu bile yeter yüreğin olgun bir şeftali gibi ballanmasına.

horacio, horacio.
ah bok herif! yeter, kes artık. neden olmasın peki? ben o zamanlardan söz ediyorum canım, sévres-babylone’dan, yoksa şu hüzünlü sözlerden değil, oyun bitmiş, oynanmış bir kez, biliyoruz bunu."

6

bir süredir içimde bezelye şeklinde bir sıkıntı var. hararetli, hareketli bir sıkıntı değil bu, yayılmıyor, büyümüyor, ve henüz küçülmedi. karın boşluğuna kaçmış bir bezelye gibi, çürümeyen, şekil değiştirmeyen, yok olmayan bir bezelye (kes şamatayı).

bir oda ve o odada neden bulunduğunu bilmeyen biri, görünür hiçbir bağ olmamasına karşın kendini bağlanmış, tutsak edilmiş hisseden biri; onu bir yere bağlayan, bir duruma (ya da belki bir oluşa) esir eden hiçbir ip, hiçbir zincir olmadığını ona anlatmaya çalışan başka biri; bana kalırsa, esas tutsaklık bu ikinci kişiye ait, ya da umutsuzluk. çünkü anlatmak bir şeyleri göstermek demek, iyi veya kötü, doğru veya yanlış, birinci kişinin bambaşka bir şeyi görmesi ya da sadece gösterileni görmesi, bunlar önemli değil, anlatma ve dolayısıyla gösterme eylemi önemli olan, bu kadar. ama gösterilen şey görünmeyen bir şey ise, ya da şöyle diyeyim, etkileri hissedilen, sonuçları apaçık ortada olan, ama kendisi hiçbir zaman varolmamış ve varolmayacak bir şey ise, anlatmaktan hemen vazgeçmek gerek, çünkü bütün bu girişimin varacağı nokta ta en baştan belli: yara ve acı ve huzursuzluk ve öfke... çünkü ‘bağlı’ olan kişinin –eğer kişi yeterince açıksa- duyduğu ve gördüğü karşısında (ki bu, genellikle yalnızca kendisidir, yani kendisine gösterilen kendisi; zaten bütün bu içler acısı durumun kaynağı bundan başka bir şey değildir) hareketsiz kalması olanaksız, tanımlayamadığı bir rahatsızlıkla kıpırdanmak zorunda ve kıpırdandıkça varolmayan ya da apayrı köklerden fışkıran ‘bağları’ onu boğacak, sıkacak, acı çektirecek. o yüzden, daha henüz her şeyin başındayken, il’le başlayan herhangi bir sözcüğün içerdiği bir temasta bulunmamak gerek. fakat pek kolay değil elbette bu, başka şeylerin etkisi söz konusuysa eğer. evet, sevgi falan. bunlardan hiç bahsetmeyeceğim şimdi, lafı bulandırmaya gerek yok.

yani, ipler mipler, zincir, yok tutsaklık özgürlük, anlatmak, söz, vs, bütün bunlardan vazgeçip o kişiye bir makas vermek en iyisi, ya da duruma göre çekiç, balta, balyoz … bırak havayı kessin, biçsin, doğrasın, dövsün, bırak hayali iplerinden kurtulsun; bunca zaman sadece etkisini gördüğü şeyin resmini (bu etki bazen yalnızca bir duygudur, bazen de sadece boşluk, ya da boşluk duygusu) başkalarının tarifleriyle çizip buna bir ad vermiş, bırak bu yanlış adı yok etsin, düzeltmeye çalışma o adı ya da içeriğiini. çünkü bu adın yanlış olduğunu, bu etkinin başka bir şeyden kaynaklandığını, en azından kaynaklanıyor olabileceğini anlattığın zaman, iyi ihtimalle onun sözlüğünü paramparça etmiş oluyorsun, sarsıyorsun her şeyi, kötü ihtimalle ise onun sözlüğünün içeriği yine başkalarınca oluşturulmuş adlarından birine sahip oluyorsun (mesela, piç kurusu). bu yüzden bırak olmayan iplerini kessin, zincirlerini kırsın, nasılsa yoklar aslında ve olmadıkları için de bunlardan kurtulması birkaç saniye bile sürebilir; takınılabilecek en insanca davranış sanırım bu. sadece, hikayedeki badguy'lığa razı olmak ve ses çıkarmamak gerek, kısaca şöyle (bir klişe): madem illa ki bir piç kurusu olacaksın, gerçekten ol ve yalnızca bir kişinin olsun bütün bu yara, huzursuzluk, ne ise işte. ama bu da hiç kolay bir şey değil çoğu zaman, inandırıcılığı az. eminim duymuşsundur şunu, hatta senin ağzından da çıkmıştır muhtemelen: iyi biri ama… buradan sonrasını neyle doldurursan doldur.

ne anladım bütün bu safsatadan? hiçbir şey. ayrıca psikolojik determinizm hakkında da hiçbir bok bilmiyorum. bu yazıyla ilgisi var mı, onu da bilmiyorum. o yüzden hemen kesmek lazım, doksanüç varken ne buna ne de bana gerek vardı zaten. hadi sen de defolup git! nasıl olsa bu yazı bitiyor, nasıl olsa bezelye yerleştiği yere iyice kuruldu ve kıpırdamaya da hiç niyeti yok, ve nasıl olsa varacağımız yer yine burası, o yüzden defolup git. bak hakaret de edebilirim?