kulağımı kesmişim? aferin.
dün öğleden sonra:
ceketimin cebindeki minik bir kağıda minik harflerle yazılmış bir alışveriş listesiyle kadıköy vapurunu bekliyorum beşiktaş’ta, yanıma yaklaşıp merhaba dedi biri gülümseyerek, o ana kadar bir yabancıydı kuşkusuz, merhabadan sonra bir tanıdık olduğu anlaşıldı; selamlaşma ve hallerin hatırların kısa muhasebesi, neyse, couveuse’ü sordu nedir neyin nesidir? aklımda cebimdeki listeyi evire çevire couveuse hakkında arasıra kendi kendime de gevelediğim bir takım sözleri uzattıkça uzattım (onüç dakika vardı daha vapurun yanaşmasına), bir süre sonra dinliyormuş gibi yapmaya başladı ve ben sözümü bitirdiğimde anladığını söyledi yine gülümseyerek; bahsi geçen nazik kişi hiçbir şey anlamadı doğal olarak –alınmazsın değil mi?-, çünkü ben de aynısını yapıyorum kendi kendime böyle ipsiz sapsız düşüncelere dalmışken; kendimi anlıyormuş, hatta hak veriyormuşum gibi yapıyorum kendime gülümseyerek, üstelik bunu yaparken ne düşüncelerimin ne de gülümseyişlerimin hızına yetişebiliyorum (hoş, böyle zamanlarda düşüncelerin gittikleri yol hiçbir yere varmıyor, hiçbir yere varmayan düşüncelerin peşinden koşturmuş oluyorum paramparça tebessümlerle; öyleyse, bunlara düşünce ve/veya düşünce dizgesi ya da akıl yürütme diyebilir miyiz mühendisim, içimize sindirerek?). daha sıkıntılı olansa bundan sonrasıydı: ikimiz de yalnızdık, aynı vapura binecektik, hoşçakal deyip öylece ayrılsak kabalık yapmış olacağımızın farkındaydık, ayrıca vedalaşmak da istemiyorduk, belli ki karşılaşmadan önce sıkılıyorduk ikimiz de, durumun sıkıcılığını görünce de beraber sıkılalım bari demiş olmalıyız içimizden, duymadan ve konuşmadan. vapurun iskeleye yanaşmasını izledik, yolcuların inişini izledik, vapura binişimizi izledik, izleyişimizi izledik. ister istemez aynı yöne doğru gidiyorduk yan yana ve seyahat boyu yan yana oturmak istemediğimizin farkındaydık, yüzündeki bir anlık kıpırtıyı yakalayıp gülümsedim gözlerine, vedalaştık kibarca. daha sonra olanlarsa tamamen manasız, tekdüze, hiçbir ilgi çekici tarafı yok. anlatacağım.
anlatacağım ama daha önce bir bilgiye sahip olman gerek okuyucu, durup dururken gelmiyor aklıma hiçbir şey: geçenlerde e.b. ile konuşuyorduk, laf zekaya nereden geldi hiç hatırlamıyorum, -yanlış anladıysam zahmet edip düzeltsin- şuna yakın bir şey söyledi: dili matematik olanlar dışında hiç kimseye dahi denmez, deha aranmaz (einstein’ın ve benzerlerinin adını hiç anmadık, keşke ansaydık). söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum, sen de biliyorsun, bir düşünsene, dünyanın gelmiş geçmiş en zeki adamı kim sorusuna vereceğin cevap ne? çağımızın en zeki adamı kim sorusuna vereceğin cevap ne? hepsi matematikle konuşan kişiler değil mi? nasıl doğru olarak çoğunluk tarafından kabul edilebildiği geliyor bunun aklıma arasıra o andan beri, ve ulaştığım sonuç bu kabulün ancak salaklığın yan etkilerinden biri sayılabileceği oluyor. iq testi denen zevzekliğin konumuzla ilgisi yok yanlış anlama, o zaten saçmalık. kafama takılan, bir saçmalığın üzerine kurulmuş olsa da, neden bir tane bile filozofun adının dahiler listesinde geçmediği, bir edebiyatçının, bir bestecinin ya da. yanıt yine e.b.’den: çünkü kimsenin çözemediği bir denklemi çözdüğün zaman bunu herkese gösterebilirsin, kanıttır zaten masanın üstüne bıraktığın, ve bu da dehaya sahip olduğunun kabulü anlamına gelir -hatam veya eksiğim varsa yaz-. bu kabul doğruysa eğer, yani gerçekten dünyanın en zeki insanları matematikçiler, fizikçiler, mühendisler, vb, ve benzerleriyse eğer, hepimizin (kendi jenerasyonumun tamamını kastediyorum) anneleri ve babaları haklıydı ve biz (burada yumuşak olmayanları kastediyorum, yani kafası kötü ve vasat her tür dış etkiye pek de açık olmayanı, herhangi bir jenerasyondan) onlara uymayıp doktor ya da mühendis ya da öğretmen ya da çağımız toplumu (hadi o kadar acımasız olmayayım ve bu toplum diyeyim) tarafından hak ettiği saygıyı gören bir meslek dalına ait olmadığımız için aptallığı hak ediyoruz, suçluyuz. arada atladığım bir sürü yer var, bir sürü boşluk; onları sen doldur, ben sıkıldım.
vapurun içinde kadıköy’e doğru ilerlerken bunları ve cebimdeki listeyi düşünüyordum işte ve aklıma limon sıkmak geldi: madem öyle, madem ancak sayıların diliyle gösterdiğim şey aptallığımın genel reddi anlamına gelecek, o halde, cebimdeki listeyi bir denkleme dönüştüreyim ve sonra da bu denklemi çözeyim. ilk aşama bakmak değil mi, henüz görmesen de bakmak, işte baktım ben de listeye:
- patates
- domates
- beyaz peynir
- nane
- köri
- kahve
- yeşil çay
- diş macunu
- tuvalet kağıdı
- peçete
vapur iskeleye yanaştı, yolcular indi, tabi ben de. listedekilerin beşiktaş’taki en kıytırık bakkalda bile bulunmamasına olanak olmadığını biliyorsun, ve sırf bu yüzden, bu şeylerin kadıköy’de bulunmamla hiçbir ilgisi olmadığını biliyorsun, ve listedeki isimleri eve dönerken girdiğim alelade bir markette görünmez çizgilerle karalayacağımı biliyorsun; tabi evimin yıldız’da olduğunu biliyorsan, ve yıldızın nerede olduğunu biliyorsan.
doyurucu bir karşılık veremeyip hakkında laf kalabalığı yaptığım couveuse, ve beraberinde gelen yazmak sorusunun cevabını bu metnin sonuna iliştirmek üzere tasarlamıştım, ama şimdi saçma geliyor, bu sebeple başka bir şey olacak burada bir yanıt yerine, o şeyin ne olduğunuysa henüz bilmiyorum, göreceğiz; şimdilik şunları söyleyeyim: rakamlarla belirtilmiş başlıklara sahip metinler, sadece ve sadece bu konuya ilişkin olacak ve edebiyat dahil hiçbir kaygısı olmayacak; aksi yazıcı tarafından belirtilmedikçe, metinler içindeki “sen”, sen okuyucudan başka biri olmayacak. bu gözle oku. yani kendi gözünle.
1 yorum:
alinmam mosyo, alinmam:]
Yorum Gönder