Bu yazının bu cümleyle başlamaması ve aşağıda anlatılanların birazdan anlatılmaması gerekiyordu. Kendimi yalnız, o orospulaştırılan, bile isteye ve düpedüz ayaklar altına alınmayarak değersizleştirilen o sözcükle yalnız, bütün bu pisliği sürekli ve sürekli siktirip gitme isteği duyarak tenimde yanıldığım, ve şu lanet cümlenin içinden çıkamıyorken bile düpedüz yaktığım o orospu gibi sözcüğün eriyerek tenime dökülen beyaz ve yalnız, ve yalnız başına akla düştüğünde ister istemez bir tür masumiyeti çağrıştıran başka bir kuru kanatlı kara böcek gibi bu da beş ayaklı bir masumiyetin pisliğine tırmanırken, ve kendim şimdi beş bacaklı yalnız bir böceğin tenine düştüğü bir orospudan farksız. Olmadı mı? Tırraş. Kafama takılan başka şeyler de var elbette. Neden böyle olduğu örneğin. Yani böyle olmasına yol açan mekanizma. Dalgasına sıçtığımın mekanizmasını bilerek, görerek, isteyerek, ve hatta arzulayarak neden küfür etme ihtiyacı hissettiğim. Yalnızken küfür etmek mastürbasyondan öte bir işe yaramaz, ikimiz de bunu daha ilkokuldayken kavramıştık. Ve ilkokulda sevdiğim bir kız vardı benim. Şeyda. Sarışın, yeşil gözlü. Aslında tam sarışın denemez çünkü saçlarında doğal bir meç vardı ve böylece saçları kahverengiyle karışıktı; tam yeşil gözlü de denemez çünkü uzun bir teneffüste kolumdaki geniş kumaş parçasının verdiği kahpe güvenle görevli olduğum kapının önünde içeri kimseyi sokmamakla yükümlü olan ve içeri girmeye çalışan hemen hemen kimse olmadığı için görevini yapamadığı bile söylenebilecek olan beni görmeye geldiğinde, yalnız, gözlerinde bir değişiklik farkettim, tek kelime bile söylemeden sımsıkı sarıldığındaysa artık yeşil değillerdi gözleri ve böylece aklım ilk defa karıştı. Benim miydi? Bunu düşünmüyordum, dolayısıyla hissetmiyordum.
Böyle mi olmalı? Böyle mi ilerlemeli işler, hayat? önce düşünmek, sonra hissetmek. Bir tane sigaram kaldı, saat üçe on var, bakkalın açılışına programlasam sigarakendimi, nerden baksan üç buçuk dört saat bekleyeceğim, diyelim ki bir orta yol buldum ve dedim ki kendi kendime: tam ortasında içeyim şunu, ikiye ayırayım zamanı ve göt gibi ayırdığım iki parçanın içinden sigaramı tüttürerek geçeyim, sanki zaman akışkan bir şey değilmiş gibi umursamadan geçeyim, ishalim sanki. Ağzım bozuksa kusura bakma; gerçekleştiremeyeceğim bu küçük başarımın ardından kendimi minik Musa olarak anlatacak değilim sana. İşte böyle böyle derken yakıyorum sigarayı, saat üç, oniki dakikamı aldı bu cümlede yakıyor olduğumu söylediğim sigarayı yakarken yazdığım cümle, ve fütursuzluğum. Böyle olmalı, çünkü böyle ilerliyor işler, hayat. Her bir saniyeye bir saniye demiştim ya iki gün önce, öyle değil. Arkadaşlar arasında şakalaşırken kullanıyoruz onu, ya da diyelim ki herhangi birinin bileğindeki saate tecavüz etme arzusu duyduğumuzda. Ki bu da aslen bizim arzumuz değil, bileğimizdeki saatin arzusudur. Latin Amerikalı ince uzun bir adamın yazdığı, kuşkusuz bir kurguadamın doğumgününde arkadaşları tarafından ona hediye edilen bir kolsaatinin, bileğinde tam olarak belirli olmayan bir süre geçirdikten sonra oradan ayrılıp geride, teninde bıraktığı ısırık izi hakkında yazdıklarının şu anda aklıma gelişinin sebebi bu. Daha da yakınımdaki başka bir adamın yazdığı başka bir metin de var, sıkılmak hakkında, vb. Neyse, bu metin de diğerlerinden daha önemsiz olmasına rağmen başka bir metin ve konumuz tam olarak bu değil. Üstelik içimizde boktan korkmayan insanlar var ve hiçbir kelime de gecenin bir saati lafın gelişi bir yere konmaz.
Ve evet ve ile başlayan bir paragrafın güvensizliği içinde ve içimde biri, hissettiğim yalnızlığın hemen yanında uyumuştur okurken. Okurken uyumaz o. Salak herif. Tasarladığım biri değilsin, saatini ayarladığım, gününü, tipini, gözünü meçini, sarıldığında geçirdiği değişimiyle birlikte geçmişin bütün anıları, tıraşlı, ve yazdığım onca abuk sabuk divan şiiri, ne şiiri, yaş onbeş, sümüğümüzü kimbilir nereye sürüyoruz, uluorta aşığım ve onun ne gözü yeşil ne saçı meçli, esmer, günler gibi! Ama lafın gelişi başka bir gece kendi yatağım olduğunu sandığım bir yatakta uzanırken kendimi yalanladığımı düşünüyorum, ve badanaya ihtiyacı olan duvardaki lekeye bakıp onun kurumuş bir sümük olmadığını bilmemize rağmen on yıl öncesine ait başka bir sümüğün hayaleti olduğu şüphesini taşıyabilir ve bakışlarımızı gözlerden epey uzak yerlere kaçırabiliriz. Yeri gelmişken: iki omzumda birer kıl var benim, etrafları bildiğin deri, onlar orda yalnız, ayrı omuzlarda tek başlarına, ve böyle yüzümü tırmalamak istediğim çıplak anlarda bakışlarımı genelde onlara kaçırırım ben, sırayla, önce sol sonra sağ. O gece de bunu yaptım sanırım. Ya da yapmadım. Hatırlamıyorum. Hafıza kaypaktır. Bunu da biliyoruz. Her boku hatırlayan ben, öyle zamanlarda öyle şeyleri unuturum ki bazen, sevmek, veya dilim varmıyor ama sevişmek gibi, yeniden öğrenmem gerekir. Ne kadar enteresan, ne kadar… daha çok bayağı. Kesip atmak gerek burada. Uyumak gerek, kimbilir.
Ama böyle de olmaz. Pat diye gidilmez bir yere, hiçbir yere gidilmez, kalınmaz da. Öğrenmem gereken o kadar çok rüya var ki. En sevdiğim oyuncaklarımı göreceğim belki talihsiz kolsaatleri yerine, sonra birkaç şiirimi belki, fal baktığım divanın üstüne fırlattığım, ya da başka bir şehirde yığılıp düşeceğim bir kaldırıma ve yardımsever biri gelip kolumdan tutacak, beni kaldıracak ve soğuk bir yatağa atacak, ya da bir otobüs göreceğim sisli ve dalgasız bir denizin üstünde, ankesörlü telefonlar taşıyan martılar uçuşacak tepemizde, ateşsiz mermiler göreceğim bir basketbol topuna arka arkaya saplanan, ya da en korkuncu, tahta yataklar göreceğim, yatak değil de daha çok yatay çit diyeceğim sabah sana anlatırken, ve orada kana bulanmış adamlar olacak, sanırım altı taneydiyler, yaralı, altı tane ağır yaralı adam, bir tesadüf eseri bu gece yeşil olan gözlerime bakıp uğursuz bir dua dileyecekler benden, ve ben hiçbirinin kafasını kesmeden yanına döneceğim biraz daha esmerleşerek. Sabah, uyanırken.
Böyle mi olmalı? Böyle mi ilerlemeli işler, hayat? önce düşünmek, sonra hissetmek. Bir tane sigaram kaldı, saat üçe on var, bakkalın açılışına programlasam sigarakendimi, nerden baksan üç buçuk dört saat bekleyeceğim, diyelim ki bir orta yol buldum ve dedim ki kendi kendime: tam ortasında içeyim şunu, ikiye ayırayım zamanı ve göt gibi ayırdığım iki parçanın içinden sigaramı tüttürerek geçeyim, sanki zaman akışkan bir şey değilmiş gibi umursamadan geçeyim, ishalim sanki. Ağzım bozuksa kusura bakma; gerçekleştiremeyeceğim bu küçük başarımın ardından kendimi minik Musa olarak anlatacak değilim sana. İşte böyle böyle derken yakıyorum sigarayı, saat üç, oniki dakikamı aldı bu cümlede yakıyor olduğumu söylediğim sigarayı yakarken yazdığım cümle, ve fütursuzluğum. Böyle olmalı, çünkü böyle ilerliyor işler, hayat. Her bir saniyeye bir saniye demiştim ya iki gün önce, öyle değil. Arkadaşlar arasında şakalaşırken kullanıyoruz onu, ya da diyelim ki herhangi birinin bileğindeki saate tecavüz etme arzusu duyduğumuzda. Ki bu da aslen bizim arzumuz değil, bileğimizdeki saatin arzusudur. Latin Amerikalı ince uzun bir adamın yazdığı, kuşkusuz bir kurguadamın doğumgününde arkadaşları tarafından ona hediye edilen bir kolsaatinin, bileğinde tam olarak belirli olmayan bir süre geçirdikten sonra oradan ayrılıp geride, teninde bıraktığı ısırık izi hakkında yazdıklarının şu anda aklıma gelişinin sebebi bu. Daha da yakınımdaki başka bir adamın yazdığı başka bir metin de var, sıkılmak hakkında, vb. Neyse, bu metin de diğerlerinden daha önemsiz olmasına rağmen başka bir metin ve konumuz tam olarak bu değil. Üstelik içimizde boktan korkmayan insanlar var ve hiçbir kelime de gecenin bir saati lafın gelişi bir yere konmaz.
Ve evet ve ile başlayan bir paragrafın güvensizliği içinde ve içimde biri, hissettiğim yalnızlığın hemen yanında uyumuştur okurken. Okurken uyumaz o. Salak herif. Tasarladığım biri değilsin, saatini ayarladığım, gününü, tipini, gözünü meçini, sarıldığında geçirdiği değişimiyle birlikte geçmişin bütün anıları, tıraşlı, ve yazdığım onca abuk sabuk divan şiiri, ne şiiri, yaş onbeş, sümüğümüzü kimbilir nereye sürüyoruz, uluorta aşığım ve onun ne gözü yeşil ne saçı meçli, esmer, günler gibi! Ama lafın gelişi başka bir gece kendi yatağım olduğunu sandığım bir yatakta uzanırken kendimi yalanladığımı düşünüyorum, ve badanaya ihtiyacı olan duvardaki lekeye bakıp onun kurumuş bir sümük olmadığını bilmemize rağmen on yıl öncesine ait başka bir sümüğün hayaleti olduğu şüphesini taşıyabilir ve bakışlarımızı gözlerden epey uzak yerlere kaçırabiliriz. Yeri gelmişken: iki omzumda birer kıl var benim, etrafları bildiğin deri, onlar orda yalnız, ayrı omuzlarda tek başlarına, ve böyle yüzümü tırmalamak istediğim çıplak anlarda bakışlarımı genelde onlara kaçırırım ben, sırayla, önce sol sonra sağ. O gece de bunu yaptım sanırım. Ya da yapmadım. Hatırlamıyorum. Hafıza kaypaktır. Bunu da biliyoruz. Her boku hatırlayan ben, öyle zamanlarda öyle şeyleri unuturum ki bazen, sevmek, veya dilim varmıyor ama sevişmek gibi, yeniden öğrenmem gerekir. Ne kadar enteresan, ne kadar… daha çok bayağı. Kesip atmak gerek burada. Uyumak gerek, kimbilir.
Ama böyle de olmaz. Pat diye gidilmez bir yere, hiçbir yere gidilmez, kalınmaz da. Öğrenmem gereken o kadar çok rüya var ki. En sevdiğim oyuncaklarımı göreceğim belki talihsiz kolsaatleri yerine, sonra birkaç şiirimi belki, fal baktığım divanın üstüne fırlattığım, ya da başka bir şehirde yığılıp düşeceğim bir kaldırıma ve yardımsever biri gelip kolumdan tutacak, beni kaldıracak ve soğuk bir yatağa atacak, ya da bir otobüs göreceğim sisli ve dalgasız bir denizin üstünde, ankesörlü telefonlar taşıyan martılar uçuşacak tepemizde, ateşsiz mermiler göreceğim bir basketbol topuna arka arkaya saplanan, ya da en korkuncu, tahta yataklar göreceğim, yatak değil de daha çok yatay çit diyeceğim sabah sana anlatırken, ve orada kana bulanmış adamlar olacak, sanırım altı taneydiyler, yaralı, altı tane ağır yaralı adam, bir tesadüf eseri bu gece yeşil olan gözlerime bakıp uğursuz bir dua dileyecekler benden, ve ben hiçbirinin kafasını kesmeden yanına döneceğim biraz daha esmerleşerek. Sabah, uyanırken.
1 yorum:
Keşke gözlerime bağlı bir kayıt cihazı olsaydı o zamanlar.Olsaydı şunları görürdün:
Büyük pencereden ağan akşamüstü ışığında parlayan defter üzerinde, bir kalemi kavramış ve her an yazmaya hazır fazlaca biçimli bir el...............
Hafızan ancak senin algılarını kaydedebilir. Bir de o yeşil gözlü kıza sormalı. Gözlerin mavi miydi?Yoksa yeşil miydi? Yoksa gri miydi?Gözlerinin hangi renk olduğunu hatırlayabilir misin?
Sonuç:
Yüzünü falan tırmalama ne olur.Omzundaki kıllara iyi bak.Onları sev koru.Ayrıca belki de deli değildi o. Sadece kayıtları silinmeye başladığından paniğe kapılmıştı.Neyse ki artık dijital teknoloji var. Hoşçakal güzel adam.
Yorum Gönder