24 Ekim 2007 Çarşamba

3


“hissetmek – ne renktir acaba?”

anlatacak hiçbir şeyim olmadığı için yazıyorum.
yaşadığım şeylerin daha önce başkaları tarafından yaşandığını ve şimdi de yaşanmakta olduğunu varsayarsak, anlattığım şeylerin hiçbir çekiciliği yok senin için. tersini, yaşadığım şeylerin daha önce hiç kimse tarafından yaşanmadığını ve yaşanmayacağını varsayarsak, anlattığım şeyleri anlaman mümkün mü? her iki halde de, benim yazıcı senin de okuyucu olarak burada bulunmamız, yalnızca faydasız bir mastürbasyon girişimi. rahatsız edici geldiyse diye söylüyorum: neden kötü bir şey olsun bu, tedirginliğe de gerek yok, günün hemen hemen her anında buna benzer eylemler içerisindeyiz zaten. farklı değiliz, aynı değiliz, sadece bu taraftayız ve o tarafta hiç olmayacağız. ben bu yüzden yazıyorum, sen bu yüzden okuyorsun.

duygularımdan başka hiçbir şeyin gerçekliğinden emin değilim. aynı masanın ayrı uçlarında oturuyoruz ve ben paketten bir sigara çıkarıp yakıyorum, bir nefes çekip filtresi aşağıya gelecek şekilde masanın üstüne diklemesine bırakıyorum, diyelim ki hayatın boyunca hiç sigara içmemişsin; bakıyoruz. iki çift göz, iki farklı sigara görüyor, doğal olarak. bu sigara, bir duygu olsaydı eğer, senin ya da benim, muhtemelen şimdi yazmaktan vazgeçmiştim ve sen de kaşlarını çatıp dik dik ellerime bakarıyordun. oysa ben elime bile alamıyorken hissettiğim şeyi, masaya koyup görmeni bekleyemem. ya tutabilmek!

kötümser biri değilim, hiç olmadım. klasik deyişle: kötümserler, bardağın dolu tarafını görmemekle vs. bir de bunun tam tersi vs. kendimi bu iki gruba da dahil etmeye çalıştığım zamanlar oldu, ama boşuna, önüme bir bardak koyup ne gördüğümü soranla, sonra bardakla, sonra da artık kırık olan bardaktan yayılan sıvıyla uğraşmaktan öteye hiç gidemedim. siyahtım, buz mavisi oldum, turuncu, beyaz… bana sorarsan, herhangi bir renk değilim; ya alacayım, ya da... ve bu durumda, saydam olmayı tercih ederim diyebilirdim, bulutların arasında batan güneş sırf ben huzur bulayım diye yaratılmamış olsaydı; ve sırf huzurlu batışını izleyebilmek için güneşin, bu gözlere sahip olmasaydım; ve sırf huzur bulmam gereken bu batışa kilitleyebilmek için gözlerimi, ruhum uyuyup kalmasaydı; ve bu manzarayla huzur dolması gereken ruhum dünyanın hızına yetişip uykumu kaçırmasaydı.
şu anda sahip olduğum herşey: alelade bir su damlasının, seninle güneş arasından geçerken gözünü alan parlaklığı. pek bir şey demek değil bu senin için biliyorum, bu yüzden sahip olduğum herşey, z ışık yılı kadar uzak görünüyor sana. bazı kelimelerin son harflerinin bana ulaşma sürelerini göz önüne alarak şematik bir sapma eğrisi...

bir tür dalga geçme benimki, alay etme; bulabildiğim tek çözüm bu. madem seçimlerimin önemli bölümü benim seçimim değil, eh, oturup boş yere dertlenmek ya da yalan/sıradan bir sükunetin içinde silikleşmektense bu daha iyi. ve sen şimdi belki de kasvetli bir şeyler geçirirken aklından, benim gülümseyebilmemin tek sebebi bu. yalnız bir de yan etki mevcut: artık sadece hüzünlendiğimi düşündüğüm zamanlarda hüzünlenebiliyorum.

23 Ekim 2007 Salı

2

bulunduğum sokağa yağmurun getirdiği kimsesizlikten faydalanıp, tüm sokağa ve sokağa ait ne varsa hepsine şükranlarımı sunuyorum, ben olmadıkları için.

eni onyedi metre, boyu sonsuz olan bir sokakta, evimin salonundaki kanepede yürüyormuşum gibi duruyorum. önümde ve arkamda uzayıp giden sonsuzluğun kısıtlayıcılığına yalnızca eylemsizlikle karşı koyabilirim, fakat bunu bile yapamıyorum. çünkü durmak sözcüğü, hiç vakit kaybetmeden eylemini çağırıyor; çünkü sonsuzluk, parmaklıklarına asla ulaşamayacağım kafesin dışına çıkamayacak; çünkü hücrenin saydam duvarlarını göremesem de orada olduklarını biliyorum. istediğin kelimeyi seç ve onu kavradığın avuçlarınla uzat bana sonsuzluğu, istediğin sembolü yapıştır üzerine, denklemdeki her değeri yerli yerine oturtmak ve biraz da beni avutmak için; yine de sonsuzluk, iki omzumun doğrultusundaki onyedi metreden daha insancıl ve daha merhametli gelmeyecek bana. işte bu yüzden biraz kıpırdanıp yönümü değiştiriyorum ve biri üstünde durduğum, diğeri tam karşımda benimkine paralel uzanan iki kaldırım arasında durmaksızın gidip geldiğimi düşlüyorum. hangi doğrultuda yol alınırsa alınsın, şefkatli ve yapay bir özgürlük duygusu (şefkatli demek, yapay demek; daima arzulandığı şekliyle dolabilseydi özgürlüğün kabı, özgürün hissettiği muhtemelen acı ve kafa karışıklığından başka bir şey olmayacaktı) nasıl olsa yakasını bırakmıyor insanın, o halde sınırı bilinen, görülen, dokunulan ve hatta yere yapıştığında orada olmaması gereken bir şeye çarptığını fark edebileceğin bir teslimiyeti tercih etmenin kötü bir yanı yok; aksine, daha faydalı. diğer teslimiyet, yani etrafında ne olduğunu bilmeden, kendini bilmeden, bilmeyi bilmeden ve daha fenası bazı önemli şeyleri (*) reddederek uçsuz bucaksız sokakta koştururken birilerine çarpmamak, yaralamamak, ezmemek, öldürmemek ve bu insansı dehşetten bir şeyler öğrenmek mümkün değil, hatta öğrenmeyi öğrenmek bile. sakat bacakların üstünde sürdürülen kusursuz bir yarış oyunu bu; oyuncular, sakatlıklarının ayırdına varamadan ölüyor, ve belki de ancak öldüklerinde varış çizgisinin hiçbir zaman orada olmadığını anlıyor, kim bilir. fakat bu bile bazı durumlara yeğdir: yatağa ya da kanepeye uzanıp varolmayan ve asla varolmayacak bir sokağın ortasında düşlere dalmış bir yokvarlık olarak durmanın hayalini kurabilirsin, tıpkı benim gibi, bacaklarını hissetmeyerek.

hissetmek demişken…

22 Ekim 2007 Pazartesi

1


kulağımı kesmişim? aferin.


dün öğleden sonra:
ceketimin cebindeki minik bir kağıda minik harflerle yazılmış bir alışveriş listesiyle kadıköy vapurunu bekliyorum beşiktaş’ta, yanıma yaklaşıp merhaba dedi biri gülümseyerek, o ana kadar bir yabancıydı kuşkusuz, merhabadan sonra bir tanıdık olduğu anlaşıldı; selamlaşma ve hallerin hatırların kısa muhasebesi, neyse, couveuse’ü sordu nedir neyin nesidir? aklımda cebimdeki listeyi evire çevire couveuse hakkında arasıra kendi kendime de gevelediğim bir takım sözleri uzattıkça uzattım (onüç dakika vardı daha vapurun yanaşmasına), bir süre sonra dinliyormuş gibi yapmaya başladı ve ben sözümü bitirdiğimde anladığını söyledi yine gülümseyerek; bahsi geçen nazik kişi hiçbir şey anlamadı doğal olarak –alınmazsın değil mi?-, çünkü ben de aynısını yapıyorum kendi kendime böyle ipsiz sapsız düşüncelere dalmışken; kendimi anlıyormuş, hatta hak veriyormuşum gibi yapıyorum kendime gülümseyerek, üstelik bunu yaparken ne düşüncelerimin ne de gülümseyişlerimin hızına yetişebiliyorum (hoş, böyle zamanlarda düşüncelerin gittikleri yol hiçbir yere varmıyor, hiçbir yere varmayan düşüncelerin peşinden koşturmuş oluyorum paramparça tebessümlerle; öyleyse, bunlara düşünce ve/veya düşünce dizgesi ya da akıl yürütme diyebilir miyiz mühendisim, içimize sindirerek?). daha sıkıntılı olansa bundan sonrasıydı: ikimiz de yalnızdık, aynı vapura binecektik, hoşçakal deyip öylece ayrılsak kabalık yapmış olacağımızın farkındaydık, ayrıca vedalaşmak da istemiyorduk, belli ki karşılaşmadan önce sıkılıyorduk ikimiz de, durumun sıkıcılığını görünce de beraber sıkılalım bari demiş olmalıyız içimizden, duymadan ve konuşmadan. vapurun iskeleye yanaşmasını izledik, yolcuların inişini izledik, vapura binişimizi izledik, izleyişimizi izledik. ister istemez aynı yöne doğru gidiyorduk yan yana ve seyahat boyu yan yana oturmak istemediğimizin farkındaydık, yüzündeki bir anlık kıpırtıyı yakalayıp gülümsedim gözlerine, vedalaştık kibarca. daha sonra olanlarsa tamamen manasız, tekdüze, hiçbir ilgi çekici tarafı yok. anlatacağım.

anlatacağım ama daha önce bir bilgiye sahip olman gerek okuyucu, durup dururken gelmiyor aklıma hiçbir şey: geçenlerde e.b. ile konuşuyorduk, laf zekaya nereden geldi hiç hatırlamıyorum, -yanlış anladıysam zahmet edip düzeltsin- şuna yakın bir şey söyledi: dili matematik olanlar dışında hiç kimseye dahi denmez, deha aranmaz (einstein’ın ve benzerlerinin adını hiç anmadık, keşke ansaydık). söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum, sen de biliyorsun, bir düşünsene, dünyanın gelmiş geçmiş en zeki adamı kim sorusuna vereceğin cevap ne? çağımızın en zeki adamı kim sorusuna vereceğin cevap ne? hepsi matematikle konuşan kişiler değil mi? nasıl doğru olarak çoğunluk tarafından kabul edilebildiği geliyor bunun aklıma arasıra o andan beri, ve ulaştığım sonuç bu kabulün ancak salaklığın yan etkilerinden biri sayılabileceği oluyor. iq testi denen zevzekliğin konumuzla ilgisi yok yanlış anlama, o zaten saçmalık. kafama takılan, bir saçmalığın üzerine kurulmuş olsa da, neden bir tane bile filozofun adının dahiler listesinde geçmediği, bir edebiyatçının, bir bestecinin ya da. yanıt yine e.b.’den: çünkü kimsenin çözemediği bir denklemi çözdüğün zaman bunu herkese gösterebilirsin, kanıttır zaten masanın üstüne bıraktığın, ve bu da dehaya sahip olduğunun kabulü anlamına gelir -hatam veya eksiğim varsa yaz-. bu kabul doğruysa eğer, yani gerçekten dünyanın en zeki insanları matematikçiler, fizikçiler, mühendisler, vb, ve benzerleriyse eğer, hepimizin (kendi jenerasyonumun tamamını kastediyorum) anneleri ve babaları haklıydı ve biz (burada yumuşak olmayanları kastediyorum, yani kafası kötü ve vasat her tür dış etkiye pek de açık olmayanı, herhangi bir jenerasyondan) onlara uymayıp doktor ya da mühendis ya da öğretmen ya da çağımız toplumu (hadi o kadar acımasız olmayayım ve bu toplum diyeyim) tarafından hak ettiği saygıyı gören bir meslek dalına ait olmadığımız için aptallığı hak ediyoruz, suçluyuz. arada atladığım bir sürü yer var, bir sürü boşluk; onları sen doldur, ben sıkıldım.

vapurun içinde kadıköy’e doğru ilerlerken bunları ve cebimdeki listeyi düşünüyordum işte ve aklıma limon sıkmak geldi: madem öyle, madem ancak sayıların diliyle gösterdiğim şey aptallığımın genel reddi anlamına gelecek, o halde, cebimdeki listeyi bir denkleme dönüştüreyim ve sonra da bu denklemi çözeyim. ilk aşama bakmak değil mi, henüz görmesen de bakmak, işte baktım ben de listeye:

- patates
- domates
- beyaz peynir
- nane
- köri
- kahve
- yeşil çay
- diş macunu
- tuvalet kağıdı
- peçete

vapur iskeleye yanaştı, yolcular indi, tabi ben de. listedekilerin beşiktaş’taki en kıytırık bakkalda bile bulunmamasına olanak olmadığını biliyorsun, ve sırf bu yüzden, bu şeylerin kadıköy’de bulunmamla hiçbir ilgisi olmadığını biliyorsun, ve listedeki isimleri eve dönerken girdiğim alelade bir markette görünmez çizgilerle karalayacağımı biliyorsun; tabi evimin yıldız’da olduğunu biliyorsan, ve yıldızın nerede olduğunu biliyorsan.

doyurucu bir karşılık veremeyip hakkında laf kalabalığı yaptığım couveuse, ve beraberinde gelen yazmak sorusunun cevabını bu metnin sonuna iliştirmek üzere tasarlamıştım, ama şimdi saçma geliyor, bu sebeple başka bir şey olacak burada bir yanıt yerine, o şeyin ne olduğunuysa henüz bilmiyorum, göreceğiz; şimdilik şunları söyleyeyim: rakamlarla belirtilmiş başlıklara sahip metinler, sadece ve sadece bu konuya ilişkin olacak ve edebiyat dahil hiçbir kaygısı olmayacak; aksi yazıcı tarafından belirtilmedikçe, metinler içindeki “sen”, sen okuyucudan başka biri olmayacak. bu gözle oku. yani kendi gözünle.


17 Ekim 2007 Çarşamba

düş

- plak: you’re not speciyou’re not speciyou’re not speciyou’re.
- kaset: you’re noouuut ssspeesshhaaall yyyoorr.
- cd: you’re not you’re not you’re not. ıtıttıııt…ıtttıt.
- hd: pırb.
- kulak: boktan şarkıymış.


bırakın sahtekarlığı. hepiniz!

kulağımı kestim.

7 Ekim 2007 Pazar

film eleştirisi değildir

ne kadar oldu? bu samimiyetsiz filmi kaç yıl önce izledim ilk defa? dört yıl? beş? o zamana kadar izlediğim en romantik şeydi. ama aradan geçen kısa sayılabilecek sürede ne kadar değişmiş film, hayal kırıklığına uğradım ve uzun zamandır dün geceki kadar sıkılmadım. yine de sonuna kadar sesimi çıkarmayıp izledim: bir zamanlar sevmiştim, hem de öyle böyle değil, ve şimdi öfleyip pöfleyip kapatamazdım ki pat diye, kapatıp arkamı dönemezdim; izledim. sonuna kadar. gençlik hatalarıyla dolu elbette gençlik, ama bir türlü anlayamıyorum şimdi, nasıl ‘en romantik şey’ diyebildiğimi çözemiyorum. can da sıkılmaz ki canım böyle dandikliklerle. mesela çok satan bir kendiniyapankadın dergisinde (alınganlığa gerek yok; yapmak, merhametin okşadığı bir sözcük burada) yer alan bir yemek tarifine dönüşebilir pekala bu sıkıntı; başlığı da şu olabilir: “aşık olamıyor musunuz? işte size aşkın kusursuzluğuyla kuşatılmış bir gün!”.

gerekli malzemeler:
-meydanları, heykelleri, köprüleri, ve nezih yolüstü kafelerinin bolca bulunduğu, pek kalabalık olmayan ve ortasından hem tramvay hem de nehir geçen bir şehir.
-bir tren ve seyahat. (europe?)
-bulunduğunuz vagonda, pek anlamadığınız bir dilde kavga ederek size kadın/erkek ve ilişki temalı tonlarca boş cümle kurma fırsatı verebilecek referans bir çift.
-bulunduğunuz vagonda, sizden biraz daha geride oturan aptal, sevimli, serseri görünüşlü ama kibar, ertesi gün denizaşırı ülkesine dönmek zorunda olduğu için bıraktığınız anda bulaşmayacağı garanti olan seksi bir adam. (ethan hawke olması önerilir bu adamın, ama elinizde yoksa benzer bir malzeme de kullanabilirsiniz, her yerde var)
-şehri birlikte turlarken çeşitli yerlerde karşınıza çıkması için yüzyıllardır sahte romantikler tarafından kullanılmaya alışmış birtakım ilgi çekici ve çapulcu(!) karakterler. (keman-akordeon ikilisi, el falı bakan zeki bir çingene, sefil şair, sokakta gösteri yapan bir dansöz, vb)
-ve son olarak, her şeyin yolunda gitmesini sağlayacak şans. (bunu dert etmeyin, şans sizin yanınızda olacak! mesela bir bara girip iki üç kelimeyle bedava içki alabilirsiniz iyi kalpli bir barmenden. ne de olsa bu sizin acınası hayal gücünüz!)

böyle zaman kaybı olur mu? hangisine üzüleyim karar veremiyorum; ilk izleyişim ve ardından birkaç gün hissettiğim o yoğun ve yapay aşk duygusuyla geçen süreye mi, yoksa dün gece harcadığım süreye mi. “bütün dünyan yalan, bildiğin herşey sahte tatlım” diye bağırsam da işe yaramaz artık, ama bağırdım. ne oldu? nasılsa günbatımından önce buluştular, kendi ölü denizlerinde yüzüyorlar, huzur içinde ve kendilerine rağmen. uzatayım mı biraz daha sapına kadar hesaplı sözcüklerle? sıkıcı olsun istiyorum bu yazı, eğlenceli değil. başarabiliyor muyum, orası meçhul. neyse, ne diyecektim, hah: sözcükler ve kendininki de dahil tüm sözcükleri içinde barındıran dünya (uzay ve onun içine tıkıştırdığın diğer tüm sözcükler de çalışma masanın üstünde boyunlarını bükmüş duruyorlar) ve mantık ve hakikat hakkında bir şeyler (şimdiden başlamış olmalı sıkıntı). ama vazgeçmek üzereyim: insanın kendiliğinden bilemeyeceği bir şey var; ve o şey, hiçbir bok bilmediğini kendine itiraf etmesini ve sadece bu itirafın ona sağladığı sınırsız olanağı (kendisi, ve dünyanın kendisi başta olmak üzere, içindeki bütün sözcükler gibi) görmesini engelliyor. ancak bu itiraftan sonra gerçekten emeklemeye başlayabilir insan, yürüyebilir, ölebilir (stockholm’e selam). öteki türlüsü yalan; ve pekala mantık, bunun baş aracı olabilir. onun yolları daima ya doğruya (true) ulaştı ya da yanlışa (false), hakikate (truth) değil (fe101). kelimeler, nesneleri göstermediler asla, ya da şeyleri; yalnızca kendilerini gösterdiler, ve gözlerin sana ait, gördün mü? hakikat başka bir yerdedir, uzaktadır, hiçbir şey bilmediğini söylemeni beklemektedir kendine; zaman zaman belirginleşen ve fakat derinlerde bir yerlerde sürekli hissettiğin “ters giden bir şeyler var” duygusunun, özel isimler de dahil hiçbir sözcüğün tam olarak içine sinmemesinin sebebini, dünyanın altında ezilmediğini, bunu engellemenin tek yolunun üstüne çıkarak senin onu ezmen olmağını anlamanı beklemektedir; bütün yolların başında, kollarını açmış, masif huzursuzluğunu gidermeye çalışmanın yollarını aramanı beklemektedir; dünya evine hoş geldin, demek için.

dün gece, filme ve bana katlanan kişiye de teşekkürlerimi sunayım sırası gelmişken; kadın ruhundan anlamadığım konusunda hemfikiriz. aşkın da anlamadığına dair söylentiler varmış. gülüştük. şimdi neye geldi sıra? başlangıçta sildiğim şeyin yerine yenisini koymaya sanırım. yani, “göster bakalım sen ne kadar romantiksin” kısmına. bir bardak ballı ılık süt kadar. şaka tabi. ama koca bir kupa koyu kahve diyebilirim, tek şekerli.
artık uzatmayayım daha fazla, sıkıcı bir metin yazarken bu kadar eğlendiğime göre bir terslik olmalı. filmdeki tek iyi şey, hadi iyi demeyeyim, tek romantik şeyle bitireyim, kanaldaki şiir:

daydream delusion, limousine eyelash
oh baby with your pretty face
drop a tear in my wine glass
look at those big eyes, see what you mean to me
sweetcakes and milkshakes, i am a delusion angel
i'm a fantasy parade
i want you to know what i think
don't want you to guess anymore
you have no idea where i came from
we have no idea where we're going
lodged in life like branches in the riverflowing downstream, caught in the current
i carry you, you'll carry me
that's how it could be
don't you know me
don't you know me by now

bilenler bilir: kahveyi asla şekerli içmem. istisnalar hariç.