25 Nisan 2008 Cuma

ces gens - la, bayım

önce, hepsinden önce o babam yaşındaki adam bayım, kavuna benzeyen o adam, koskoca burunlu, çocukluğundaki adını hatırlamayan, on parmağında on iş, marifet değil, her gece, allahın her gecesi meyhane dolusu içip, endişelerde boğulan o kral, kendini yatağa atıp sabahı bulduğunda, yanında önemsiz bir kadın, ama o, o iş bitirici kral artık kekeme bayım, keskin bakışları delik, yüzü dolandığı çarşafın beyazı. size söylüyorum bayım, bu insanlar ordalar, ordalar, ve düşünmüyorlar,

istiyorlar.

ve diğeri. darmadağınık saçları gün boyu, tarak görmemiş, bu adam bayım, elini bir kere başına götürmeyen bu adam, pabucunu ters çevirip elinde taşıyarak bütün gün dolaşır, avare avare dolaşır, günlerce bayım. o pis gömleğini sefalet içindeki insanlara bağışlasa yüzüne bakılmayacak bu adamın bir de karısı vardır, şehirli, ya da ne bileyim, başka bir şehirli, ve bu adam, bu minik şeytan, evden çıkmadan hemen önce küçük şapkasını geçirip kafasına, kısa ceketini giyip kollarını çekiştirerek boktan arabasına atladığında, onun küçük işleriyle ilgilenir. sonra durur araba bir yerde, havalı havalı iner külüstürden ve etrafta dolaşır, hakikaten çok havalıdır, o kadar havalıdır ki nefes dahi alamıyordur. zengin görünmek için meteliğe ihtiyacınız yok bayım, zengin olmak için meteliğe ihtiyacınız yok. size söylüyorum bayım, bu insanlar ordalar, ordalar, ve yaşamıyorlar,

aldatıyorlar.

ve diğerleri. bir anne, bebeğiyle, hiç konuşmayan bir anne, ya da konuşmasının bir anlamı olmayan, ve o melek yüzü akşamdan sabaha, ve o beyaz ve bol ve ucuz kumaştan geceliğiyle kocasının bıyıkları altında, sabaha, akşamaysa sofrada dünden kalan ılık çorba, kocası ve tayfası masaya oturup içerken o da izleyecek ellerini bacaklarının arasında birleştirip, hüşşhp, hüşşhp, ve babasının cesediyle birlikte gömülen o kıvrık, yapışkan bıyığı düşünecek. ve o sırada mutfağa o çok yaşlı, eli ayağı tutmayan titrek ninesi girecek bi saatte, ancak bi saatte bayım, ancak, ama aldırmayacaklar, ölümünü bekledikleri için, ölümünü bekledikleri için duymayacaklar zavallı, titrek ellerinin ne dediğini; çünkü para onda bayım, para onda. size söylüyorum, bu insanlar ordalar, ordalar bayım, ve konuşmuyorlar,

sayıyorlar,
parmaklarıyla.

ve o, o dünyalar güzeli, hatta güneşler, ve aylar, ve onu sevdiğim kadar beni seven kadın, benim tatlı kedim. bir evimiz olacağını anlatıyoruz birbirimize, bir sürü penceresi olan ve nerdeyse duvarsız, bizim evimiz, ve orada yaşamanın ne kadar güzel olacağını, huzur dolu, mutlu; ama, ama olmazsa, yani hiç değilse... yani belki... onlar aramızdalar ve bunu istemiyorlar bayım, onlar istemiyorlar! onlar... diyorlar ki, o benim için fazla güzelmiş! ve ben anca derisini yüzebilirmişim kedilerin; ben hiç kedi öldürmedim bayım! hiç! ya da, ya da çok uzun zaman önce... hatırlamıyorum... ya da iyi bakmadıklarında... sonuçta, onlar bayım, onlar istemediler... bazen, birbirimize baktığımızda, iyice baktığımızda, defolup gideceğini söylüyor gözlerinin kenarındaki bir iki damlayla, benimle birlikte defolup gideceğini buradan, beni takip edeceğini. ve o an, işte o an inanıyorum bayım! ona inanıyorum, sadece bir anlığına. çünkü bayım, onlar ordalar, ordalar ve hiçbir yere gitmiyorlar, hiçbir yere gitmiyorlar bayım, hiçbir yere, gitmiyorsunuz.

ama,

ama geç oldu, artık eve gitmem gerek bayım, geç oldu.

22 Nisan 2008 Salı

başka kanatlar

Bu yazının bu cümleyle başlamaması ve aşağıda anlatılanların birazdan anlatılmaması gerekiyordu. Kendimi yalnız, o orospulaştırılan, bile isteye ve düpedüz ayaklar altına alınmayarak değersizleştirilen o sözcükle yalnız, bütün bu pisliği sürekli ve sürekli siktirip gitme isteği duyarak tenimde yanıldığım, ve şu lanet cümlenin içinden çıkamıyorken bile düpedüz yaktığım o orospu gibi sözcüğün eriyerek tenime dökülen beyaz ve yalnız, ve yalnız başına akla düştüğünde ister istemez bir tür masumiyeti çağrıştıran başka bir kuru kanatlı kara böcek gibi bu da beş ayaklı bir masumiyetin pisliğine tırmanırken, ve kendim şimdi beş bacaklı yalnız bir böceğin tenine düştüğü bir orospudan farksız. Olmadı mı? Tırraş. Kafama takılan başka şeyler de var elbette. Neden böyle olduğu örneğin. Yani böyle olmasına yol açan mekanizma. Dalgasına sıçtığımın mekanizmasını bilerek, görerek, isteyerek, ve hatta arzulayarak neden küfür etme ihtiyacı hissettiğim. Yalnızken küfür etmek mastürbasyondan öte bir işe yaramaz, ikimiz de bunu daha ilkokuldayken kavramıştık. Ve ilkokulda sevdiğim bir kız vardı benim. Şeyda. Sarışın, yeşil gözlü. Aslında tam sarışın denemez çünkü saçlarında doğal bir meç vardı ve böylece saçları kahverengiyle karışıktı; tam yeşil gözlü de denemez çünkü uzun bir teneffüste kolumdaki geniş kumaş parçasının verdiği kahpe güvenle görevli olduğum kapının önünde içeri kimseyi sokmamakla yükümlü olan ve içeri girmeye çalışan hemen hemen kimse olmadığı için görevini yapamadığı bile söylenebilecek olan beni görmeye geldiğinde, yalnız, gözlerinde bir değişiklik farkettim, tek kelime bile söylemeden sımsıkı sarıldığındaysa artık yeşil değillerdi gözleri ve böylece aklım ilk defa karıştı. Benim miydi? Bunu düşünmüyordum, dolayısıyla hissetmiyordum.

Böyle mi olmalı? Böyle mi ilerlemeli işler, hayat? önce düşünmek, sonra hissetmek. Bir tane sigaram kaldı, saat üçe on var, bakkalın açılışına programlasam sigarakendimi, nerden baksan üç buçuk dört saat bekleyeceğim, diyelim ki bir orta yol buldum ve dedim ki kendi kendime: tam ortasında içeyim şunu, ikiye ayırayım zamanı ve göt gibi ayırdığım iki parçanın içinden sigaramı tüttürerek geçeyim, sanki zaman akışkan bir şey değilmiş gibi umursamadan geçeyim, ishalim sanki. Ağzım bozuksa kusura bakma; gerçekleştiremeyeceğim bu küçük başarımın ardından kendimi minik Musa olarak anlatacak değilim sana. İşte böyle böyle derken yakıyorum sigarayı, saat üç, oniki dakikamı aldı bu cümlede yakıyor olduğumu söylediğim sigarayı yakarken yazdığım cümle, ve fütursuzluğum. Böyle olmalı, çünkü böyle ilerliyor işler, hayat. Her bir saniyeye bir saniye demiştim ya iki gün önce, öyle değil. Arkadaşlar arasında şakalaşırken kullanıyoruz onu, ya da diyelim ki herhangi birinin bileğindeki saate tecavüz etme arzusu duyduğumuzda. Ki bu da aslen bizim arzumuz değil, bileğimizdeki saatin arzusudur. Latin Amerikalı ince uzun bir adamın yazdığı, kuşkusuz bir kurguadamın doğumgününde arkadaşları tarafından ona hediye edilen bir kolsaatinin, bileğinde tam olarak belirli olmayan bir süre geçirdikten sonra oradan ayrılıp geride, teninde bıraktığı ısırık izi hakkında yazdıklarının şu anda aklıma gelişinin sebebi bu. Daha da yakınımdaki başka bir adamın yazdığı başka bir metin de var, sıkılmak hakkında, vb. Neyse, bu metin de diğerlerinden daha önemsiz olmasına rağmen başka bir metin ve konumuz tam olarak bu değil. Üstelik içimizde boktan korkmayan insanlar var ve hiçbir kelime de gecenin bir saati lafın gelişi bir yere konmaz.

Ve evet ve ile başlayan bir paragrafın güvensizliği içinde ve içimde biri, hissettiğim yalnızlığın hemen yanında uyumuştur okurken. Okurken uyumaz o. Salak herif. Tasarladığım biri değilsin, saatini ayarladığım, gününü, tipini, gözünü meçini, sarıldığında geçirdiği değişimiyle birlikte geçmişin bütün anıları, tıraşlı, ve yazdığım onca abuk sabuk divan şiiri, ne şiiri, yaş onbeş, sümüğümüzü kimbilir nereye sürüyoruz, uluorta aşığım ve onun ne gözü yeşil ne saçı meçli, esmer, günler gibi! Ama lafın gelişi başka bir gece kendi yatağım olduğunu sandığım bir yatakta uzanırken kendimi yalanladığımı düşünüyorum, ve badanaya ihtiyacı olan duvardaki lekeye bakıp onun kurumuş bir sümük olmadığını bilmemize rağmen on yıl öncesine ait başka bir sümüğün hayaleti olduğu şüphesini taşıyabilir ve bakışlarımızı gözlerden epey uzak yerlere kaçırabiliriz. Yeri gelmişken: iki omzumda birer kıl var benim, etrafları bildiğin deri, onlar orda yalnız, ayrı omuzlarda tek başlarına, ve böyle yüzümü tırmalamak istediğim çıplak anlarda bakışlarımı genelde onlara kaçırırım ben, sırayla, önce sol sonra sağ. O gece de bunu yaptım sanırım. Ya da yapmadım. Hatırlamıyorum. Hafıza kaypaktır. Bunu da biliyoruz. Her boku hatırlayan ben, öyle zamanlarda öyle şeyleri unuturum ki bazen, sevmek, veya dilim varmıyor ama sevişmek gibi, yeniden öğrenmem gerekir. Ne kadar enteresan, ne kadar… daha çok bayağı. Kesip atmak gerek burada. Uyumak gerek, kimbilir.

Ama böyle de olmaz. Pat diye gidilmez bir yere, hiçbir yere gidilmez, kalınmaz da. Öğrenmem gereken o kadar çok rüya var ki. En sevdiğim oyuncaklarımı göreceğim belki talihsiz kolsaatleri yerine, sonra birkaç şiirimi belki, fal baktığım divanın üstüne fırlattığım, ya da başka bir şehirde yığılıp düşeceğim bir kaldırıma ve yardımsever biri gelip kolumdan tutacak, beni kaldıracak ve soğuk bir yatağa atacak, ya da bir otobüs göreceğim sisli ve dalgasız bir denizin üstünde, ankesörlü telefonlar taşıyan martılar uçuşacak tepemizde, ateşsiz mermiler göreceğim bir basketbol topuna arka arkaya saplanan, ya da en korkuncu, tahta yataklar göreceğim, yatak değil de daha çok yatay çit diyeceğim sabah sana anlatırken, ve orada kana bulanmış adamlar olacak, sanırım altı taneydiyler, yaralı, altı tane ağır yaralı adam, bir tesadüf eseri bu gece yeşil olan gözlerime bakıp uğursuz bir dua dileyecekler benden, ve ben hiçbirinin kafasını kesmeden yanına döneceğim biraz daha esmerleşerek. Sabah, uyanırken.

11 Nisan 2008 Cuma

Bay cc’nin özyaşamöyküsü

uzun zaman önce yarım bıraktığım bir işi tamamlamak üzere masanın başına oturmuş bulunuyor. Cümlenin ilk harfinin küçük olması, bay JJ’nin finnegan’s wake isimli yapıtında, hiçbir cümleye baştan başlanamayacağı, her cümlenin berisinde, yazar tarafından gizlenmek istenen başka bir cümle olduğu anlamına gelirdi. tüm bunları dillendirirken neyi gizlemeye çalıştığımı sezecek az sayıda insan var ki, ben bundan memnun. Cc bilindiği üzere, buranın sahibidir, daha doğrusu burayı sahiplenmiş ya da buraya atılmış ya da kilitlenmiştir. Ben bu mektubu gönderirken bir cc yaptı, birincisi cinayete eşdeğer bir şekilde bir ad buldu ve onun içine, herkesin yaptığı gibi, onu hapsetti; ikincisi, size yani diğerlerine gönderirmiş gibi yaptı, belki de sadece size gönderdi, ama gizlice bunun sadece bir armağan olmasını amaçlamaktaydı. Uyurken.

İlkece, janrın yasalarına göre, bilinen bir şey varsa, o da birinin bir başkasının öz-yaşamöyküsünü yazamayacağıdır ki, ben bu paktı sallamamayı amaçladı, yıkmayı filan değil, siktir, sallamamayı. GS de böyle bir şey yapmaya yeltenmiş, ama tuzağa düşmüştü, ben şimdi bu tuzağın, iki insan arasındaki ilişkinin ölümcüllüğünün tuzağını kutlamaya geldi.

Ben öyküyü böylece bir ben’le başlattıysa, tanıklığın sınırları biline diyeydi. Ya da bilmiyorum, öyle oldu. tüm bu kısa olmalı, mekanı aslına devretmeli ki, ben cüreti aşmasın sözünü tutarken. Yine de söylenen ve söylenmeyen tuzağa düşürdüğü okura bir şeyler anlatacaktır, birinin bir metni anladığını sanması en kötü ihtimalle neşeli bir şeydir, ama cc’yi, birini anladığını iddia eden siktirsin, ben o değilim, ben geri çekilecek gördüğümü sandığını armağan ettikten sonra.

Önce bok vardı. Kuvöze kocaman kollarlı iki el uzandı, göbeği kavrayan iki el göbek deliğinde, o kapanmayacak yarada birleşti, tuttu, kaldırdı, gözlere ışık sıçradı. İki el boklu bebeği, başka, karaşın bir bebeğin olduğu kuvöze bıraktı. bu ölümcül hata, tıp açısından iki bebeğin birbirlerini zehirlemesine ve nihayet ölümlerine sebep olurdu. hatayı yapan kıllı kollar bilmezden geldi ve nihayet iki bebek aynı kuvözün içinde birlikte solumaya yargılandı. Tanrının kolları yadsıyıcıydı, ki zehirlenmek vaka olsa da kimi zaman, birlikte solumanın kutlu bir yanı vardı. Bu, işte bu özyaşamöyküsündeki ölümcüllüğe benziyor, aynı kuvözde iki bebek, aynı metinde iki ben ve iki o.

Ben kuvöze fırlatıldığımda, yanımdaki varlıktan şaşırdı, ama o capcanlı meraklı gözlerle baktı, ben yine şaşırdı. Sessizlikte hem tehlikeli hem de saygı uyandıran bir yan vardır, ben varlığı kabullendi, o beni kabullendi. Sonra ben komikliklerle, diyelim gaz çıkararak, dilimi çıkararak eğlenmek istedim, cc güldü, o gözleriyle ve elleriyle komiklikler yaptı, ben güldü. İkimizin de koğuştaki diğer veletlerde nefret ettiği bir şey vardı: salya. Her ne kadar bizim de aksa da salyamız bazen, görmezden gelmek bilindi. Sonra soluk aldık hep.

Aynı kollar beni düzenli olarak kuvözden alıp dışarıya götürürken ve ben bundan belirgin ve kasıtlı bir haz duymaya çalışırken, cc orada kalmaya yazgılıymış gibi davranıyordu. Bunda tuhaf bir şey bulanın boynu altında kalsın, ben de yaptım. bu esasen büyücü olmakla ilgilidir, melanie allahın belası yaşlı klein çocukların dilini anladığını sanırken haklıymış gibi, ben ellerimi uzatır ve parmak ucumla kuvözün derisini yakabileceğimi sanırdı, sonra hiç olmayınca, türlü numaralarla yakıcı kokusuna rağmen dışarı çıkardı. Birlikte ışığı kutlayıp, diğer bebekler osururken sihir yapmayı severdik, benin bu kaçışlarında çok ihanet vardı, her geri dönüşte bir yabancılık. Ben yarı içeride yarı dışarıdaydı hep, cc hep içeride ve büyülerine gözlerine varana dek inanmış ve beni inandıracak denli başarılı. Kim yüzünün parçalanmasına yaklaşacak kadar, gözlerine kadar inanır? Cc, C, e, v, b filan. Her biri en az bunun kadar korkunç armağanları hak eden, kendi kuvözlerinin, bu kuvözün, zehre karşın birbirleriyle soluk alabilen kişileri. Çapraz misafirleriyiz birbirimizin, bu çok kutlu, evet biraz ağlamaklı olacak kadar hissiyatlı, ama kutlu. Biliniyor.

Cc’nin bu kuvözde, dışarı sıkılgan adımlar ataraktan ilerleyişini diliyle anlarken, gözlerine kadar inanmayacaklar var. işte bu yüzden de cc hep bazen üzülecek, daha çok, gitgide daha çok kızacak, sonra sakinleyip eline boyalar sürecek. biz de gebertmek isteyeceğiz hepsini, elimize bir şişe, bir ok filan alacağız. Herkese böyle oluyor di mi, siktir, bunu diliyle anlayacaklar, bir de gözlerine dek inanacaklar var. Neyse. Cc büyüler yapacak, o kağıtların her birini ölesiye merak ediyoruz, merak edeceğiz. Dua ve sabırsızlıkla. “Hadi çabuk, çabuk hadi.” Ben sonra, çok uzun bir süre başka bir odaya gidecek, işte kuvözü düşünüyor şimdi, uyurken. Siktir. Cc uyanacak.

eb

3 Nisan 2008 Perşembe

delirium for solo whistle in e flat

ne yani, atmosfer mi yaratayım şimdi gecenin bu saatinde, soğuk zaten, kıçım dondu, yok şu yok bu, burası öyle orası böyle, hem evde misafir var, odadaysa kutup ayısı, envanter çıkaracağım bir de - hiç gerek yok. hayır yani olur olmasına da, sırası değil, bak misal: senin ünlemlerin benim pekilerimse eğer, hepimiz çocuğuz, ne kadar çatlağımız olursa olsun, gittikçe kırılıyoruz falan demiyorum, yok öyle nane, bir yere gittiğimiz vesaire; içimizdeki çocuk şeklinde yaşamını sürdüren piç var ya, bilmeyene sır olsun: mumdan o; sonra otuzküsür dereceyi al kolunun altına, cehennemin buharı da tabanlarımızı yağlasın, burnumuzda tatlı bir yanık kokusu, bakma sen pusulaya mahruk mahruk, kutup ayıları genellikle batılıdır, saks çalanlarınınsa tamamı. hadi sheff yak bi sigara, biz de bokumuzla oynamaya devam edelim.

öyle yani. eldeki bilgileri açtığımızda ortaya dam döper sonucu çıkıyor, kaskatı, ve ne çok iyi ne çok kötü, kesinlikle kötü değil, ama iyi sayılır. ben tek çocuğum, kime ne denk gelir nasıl gelir bilmem, fakat dünyadaki tek çocuk benim, ve kariyer denen şeyi aslında severim, çünkü, metafor falan demeden, o bir sütundur, kireç boyalı ve asil bir sütun, dibine kadar gidip boydan boya üstüne işemek için. hazır laf kariyerden açılmışken: tam altmışüç sevgilim oldu, şimdi durup düşününce gücenmesinler, bir tanesi hariç hepsi de tavşandı, öyle müstehcen deyimlere konu olanlardan da değil üstelik, bildiğin tavşan, iki gözlü, iki kulaklı, ben ki ikiden hiç hoşlanmam, dünyadaki tek çocuk olarak, yine de görüyorsun, altmışikiye iki bilet lütfen, mümkünse arkalardan olsun, evet yedi kişiyiz, mümkün değil bayım, endişelenmeyin gürültü yapmayız, sessizizdir biz, emin olun, hepimiz iki kıçın üstüne oturacağız zaten, kimse farkımıza varmaz, rica ediyorum, mümkün değil bayım, mümkün değil, bayım. yukarıda bahsedilen hesaptaki eksikliği merak edenler için söylüyorum: kerevizdi, tavşan değil.

çoğalıyoruz yine, hayırlısı. teyzem de böyle bölünür görünürdü, rahmetli, cenazesine öndört kafasıyla birlikte gelmişti, ben küçüktüm o zamanlar, dört beş yaşında filan, iki kafacığım vardı henüz ve birbirlerini görmemişlerdi; nihayetinde, tahmin edilebileceği gibi defin işlemi uzun sürdü, son çıkardığı kafayı toprağa girmesi için ikna etmek çok zor oldu, pardon, sonuncu en yaygaracı olandı ve ilk o öldü, bu bahsettiğim ilk çıkan kafa, mahalledeki bütün çocuklar tam adını bilirdi ama dile getirmek bir tür çağrı anlamına geliyordu ki bu da büyüklerin öğütlediği bir şey değildi, bu yüzden ona kısaca ök derdik, benimse hiç arkadaşım olmamasına rağmen mavi-beyaz bir bisikletim vardı ve bazı kelimelerin baş harflerini birleştirmek konusunda en az hayali arkadaşlarım kadar başarılıydım; işte böylece boş boş pedal çevirerek sekizler çizerken mahallede, ök yanıma gelir, şefkatle kolumdan tutar ve başından geçmiş (ya ya‘ünlem’) o enteresan hikayelerinden birini anlatırdı, itiraf etmeliyim hoşlanırdım bu hikayelerden, kelimelerini durgun bir heyecanla ve nefes alınabilecek herhangi bir boşluk bırakmadan artarda sıralar ve bitirdikten sonra –sanırım tepki verip vermeyeceğimi görebilmek için- ağzımın bulunduğu yere bakıp kocaman gülümserdi, işte o anlarda hatırlardım tam adını ve tepkimi belirleyen burnuma gelen sidik kokusu olurdu, ta neden sonra öğrendim çok şeyin kökünün orada bulunduğunu ve bundan kaçamayacağımı, böylece bırakmadım pedal çevirmeyi, ama çişimi bırakmaya devam ediyorum, bırakmak ne kelime, gördüğüm bütün sütunlara adını yazıyorum, yukarıdan aşağıya ve büyük harflerle.

böyle böyle derken, sormayı unuttum, nasıl, ilginç bir hal almaya başladı mı, sıkılmıyorsun? getir patlamış mısırları. gördüklerinin çoğu bana ait değil, sıkılmıyorsan sebebi budur, benim ağzımsa ıslık ve çürük çiçek dolu. lukas, şşt lukas, gel oğlum, göster bakalım dişlerini, ne ayıp ne ayıp, babanın resmi de odanın içinde bir o yana bir bu yana yürürken… kendimi cezalandırmalıyım. bedenden mi başlanır, yoksa ötekinden mi? kapa çeneni, sen ikiden nefret edersin, bazı metinler vardır, var mıdır, ne kadar uğraşırsan uğraş içine giremezsin bir türlü, böyle durumlarda sorun genellikle metindedir, nahçıvan, senin bir suçun yoktur, içine girmeye çalıştığında balonun patlamasının da sebebi budur, ve senin gene bir suçun yoktur, havasını indirirsen girebilirsin, geçen gün televizyonda şöyle diyordu biri: yasama, yürütme, yetki, al jardin de la republica, ekranın öbür tarafından eklendi: yargı, yorgan… gelgelelim hissettiğim kaçma isteğinin bu durumla ilgisi yok yine, yeni, yeniden, kayahan şarkısı mıydı o da? rezalet. ama güzel günlerdi. ben de kaçıyordum göründüğü gibi, uğradınız. kesmeşekeri tutup da ucundan, azıcık batırırsın köşesini kahveye, al sana düşük kalorili tabii günler, yersen tabi. ve kendini sana açmayan bir kapı önünde hissetme sakın, diyelim ki bir kıyıköşe sinemanın, değilsin düpedüz, yani önündesin de, biletin elinde, öylece dışarıda kalmadın, kalmazsın da, birkaç saat sonraki gösterim var mesela, günlerden cumartesi, belki de sadece bilette yazan saat sabit değildir, ayrıca ayın yirmi dokuzu, madrugada, ve her bir saniyeye bir saniye denk gelmesi koşuluyla çaktırmadan yer değiştirmeye devam ediyordur, öte yandan, uğrak yerlerde oturmanın bedelini ödediğim de söylenemez aslında.

özet şu: atmosfer yaratamam şimdi, çünkü istemiyorum, sigarayı da bırakamam, haklısın, sapına kadar, ama sigaranın aksine bu origamik ağrıları da bünyemde istemiyorum, ve ıslıktaki namede, hey gidi etkileyici dünya, hak vermemek elde mi, ağrıyor işte, dünya diyorum, etkileyici, içimizdeki çocukların kıçında bok kokan ağırlıkla, benimki prematüre üstelik, aramak lazım ayıp olmasın, bunları düşünmemek elde değil nasıl olsa.
yok ya (bu metnin ve bu cümlenin iki ayrı ünlemden pespaye olanla bitmesi gerekirdi, ölüm korkusu gibi yani, anlarsın, ve fakat birlikte vakit geçirmek istediğim bazı hassasiyetler sebebiyle ünlemi devredışı bırakmak ve alışık olduğumun aksine, virgül dahil herhangi bir noktalama işareti kullanmamak durumundayım, gönülle, ve sevgiyle, ve saygıyla, ve hoşçakalla, ve çüz) 'ünlem'