maviden turuncuya geçiyor dakika, turuncudan mora, oturmuş konuşuyoruz, ve morla lacivert arasında gösterişli laflara gerek olmadığını biliyoruz, susmuyoruz.
elimi çantaya atıyorum, paketi, sigarayı, çakmağı çıkarıyorum sırayla, paketi çantaya, sigarayı iki dudak arasına koyduktan sonra geriye sadece basit bir parmak hareketi yapmak kalıyor: çakmak. birkaç başarısız girişimin ardından rüzgara küfür etmek geçiyor içimden, etmiyorum, bugün herkes yanımda nasıl olsa diyorum, rüzgar bile, basit bir parmak hareketi, ve herkes yanımda. ilk nefesi çekerken mide bulandırıcı bir soru konuyor dizimin üstüne, kocaman gözlü, sıradan denilebilecek kadar koca gözlü, mide bulandırmıyor: cumartesi sokağının uygunadım insanları ve kalabalık arabaları sıradan bir sinek için nedir? zor soru, diyorum başımı rüzgara doğru çevirip, birlikte düşünüyoruz, sessizlik, dönüp soruya bakıyorum, sessizlik, bir an için göz göze geliyoruz, cevaplıyor kendini: tek yönlü kirli bir cam. anlamıyorum doğal olarak, tek yönlü bir şeyler geveliyorum, aldırmadan devam ediyor, içeriyi görebiliyorsun dışarıyı göremiyorsun, ya da tam tersi. şu anda neler olduğunu, kimlerle neler konuşulduğunu, konunun bir yere bağlanıp bağlanmayacağını, bağlanırsa bunun ne zaman olacağını kestirmeye çalışan iki üç parmak, çaktırmadan saçlarımda gezinirken, camın kirine takılma, diyor soru, o sadece dikkat dağıtmak için, zaten anlaşılmaz olan sohbet artık dikkatimi dağıtıyor, this is not a love song gibi, diyor, anladığımı söylüyorum, in a manner of speaking. soru birden uzaklaşıyor vızıldayarak, rüzgar, lafa karışmakta geç kalmasına aldırmadan, ben bir sineğim, ben sadece bir sineğim, diyor, utanmasa bağıracak, baştan beri tek bir söz bile dinlemediğimi itiraf ediyorum, tamamı deli saçması. kısa bir süre babacan bir tavırla esmiyor, ve sonunda dayanamayıp bağırıyor: anlat o halde! lacivertte gösterişli laflara gerek olmadığını biliyorum, utanıyorum. aklımın burada olmadığını, ondan boşalan alanı şu an başkasının kapladığını, aklımınsa muhtemelen eve vardıktan sonra adını tam olarak bilmediği bir kediyi okşayıp yatağa veya kanepeye uzandığını, ve belki şu sıralar kendinde kalanlarla ya da kaplanan alanlarla ilgili bir şeyler düşündüğünü, ve yine belki şu sıralar, adını tam olarak bilmediği aynı kedi tarafından düşüncelerinin ilgiyle tırmalandığını anlatıyorum. kalabalık vapurda sabırsızlıkla beni bekleyen uygunadım insanları daha fazla kızdırmadan karaya doğru uçuruyorum, utana sıkıla, vızıldayarak.
iskele henüz ortalıkta yoktu, beklemekten başka yapacak bir şey de yoktu, graffiti geldi gözlerinin önüne, sakindin sanki, yine de bakışlarını koyacak bir yer bulamadın, kimse fark etmedi, düşe yanaştıkça gözkapakları ağırlaşır, seninkiler kapandı, sayıkladın: "onu esmer, suskun bir kadın olarak getirdin gözlerinin önüne", devamını getiremedin, getirseydin, yani gözlerin açılıp susmasaydı... hadi be adam, hepimiz burada durmuş seni bekliyoruz, aç şu kapıyı, altıma yapmak üzereyim.
elimi çantaya atıyorum, paketi, sigarayı, çakmağı çıkarıyorum sırayla, paketi çantaya, sigarayı iki dudak arasına koyduktan sonra geriye sadece basit bir parmak hareketi yapmak kalıyor: çakmak. birkaç başarısız girişimin ardından rüzgara küfür etmek geçiyor içimden, etmiyorum, bugün herkes yanımda nasıl olsa diyorum, rüzgar bile, basit bir parmak hareketi, ve herkes yanımda. ilk nefesi çekerken mide bulandırıcı bir soru konuyor dizimin üstüne, kocaman gözlü, sıradan denilebilecek kadar koca gözlü, mide bulandırmıyor: cumartesi sokağının uygunadım insanları ve kalabalık arabaları sıradan bir sinek için nedir? zor soru, diyorum başımı rüzgara doğru çevirip, birlikte düşünüyoruz, sessizlik, dönüp soruya bakıyorum, sessizlik, bir an için göz göze geliyoruz, cevaplıyor kendini: tek yönlü kirli bir cam. anlamıyorum doğal olarak, tek yönlü bir şeyler geveliyorum, aldırmadan devam ediyor, içeriyi görebiliyorsun dışarıyı göremiyorsun, ya da tam tersi. şu anda neler olduğunu, kimlerle neler konuşulduğunu, konunun bir yere bağlanıp bağlanmayacağını, bağlanırsa bunun ne zaman olacağını kestirmeye çalışan iki üç parmak, çaktırmadan saçlarımda gezinirken, camın kirine takılma, diyor soru, o sadece dikkat dağıtmak için, zaten anlaşılmaz olan sohbet artık dikkatimi dağıtıyor, this is not a love song gibi, diyor, anladığımı söylüyorum, in a manner of speaking. soru birden uzaklaşıyor vızıldayarak, rüzgar, lafa karışmakta geç kalmasına aldırmadan, ben bir sineğim, ben sadece bir sineğim, diyor, utanmasa bağıracak, baştan beri tek bir söz bile dinlemediğimi itiraf ediyorum, tamamı deli saçması. kısa bir süre babacan bir tavırla esmiyor, ve sonunda dayanamayıp bağırıyor: anlat o halde! lacivertte gösterişli laflara gerek olmadığını biliyorum, utanıyorum. aklımın burada olmadığını, ondan boşalan alanı şu an başkasının kapladığını, aklımınsa muhtemelen eve vardıktan sonra adını tam olarak bilmediği bir kediyi okşayıp yatağa veya kanepeye uzandığını, ve belki şu sıralar kendinde kalanlarla ya da kaplanan alanlarla ilgili bir şeyler düşündüğünü, ve yine belki şu sıralar, adını tam olarak bilmediği aynı kedi tarafından düşüncelerinin ilgiyle tırmalandığını anlatıyorum. kalabalık vapurda sabırsızlıkla beni bekleyen uygunadım insanları daha fazla kızdırmadan karaya doğru uçuruyorum, utana sıkıla, vızıldayarak.
iskele henüz ortalıkta yoktu, beklemekten başka yapacak bir şey de yoktu, graffiti geldi gözlerinin önüne, sakindin sanki, yine de bakışlarını koyacak bir yer bulamadın, kimse fark etmedi, düşe yanaştıkça gözkapakları ağırlaşır, seninkiler kapandı, sayıkladın: "onu esmer, suskun bir kadın olarak getirdin gözlerinin önüne", devamını getiremedin, getirseydin, yani gözlerin açılıp susmasaydı... hadi be adam, hepimiz burada durmuş seni bekliyoruz, aç şu kapıyı, altıma yapmak üzereyim.